Sâmiha Ayverdi
Sâmiha Ayverdi’nin değerler konusunda edebiyat çevresinde ve dairesinde “kendi” toplumuna kattığı manevi ivme “Batmayan Gün”deki genç kız gibi kendini arayan ve tamamlamaya çalışan tarafı yüzünden biraz zayıf kalmakla birlikte önemini sadece milliyetçilik dairesinde ortaya koyabilir bir çabanın temsili olarak kalmıştır. Bu hususta Necip Fazıl Kısakürek’ten çok daha tutarlıdır da. Öyle ki, bugün kendini “seküler” diye niteleyen –akranlarım başta gelir- bir kısım muhafazakâr cenahın bile Ayverdi gibi bir yazardan neredeyse haberleri dahi yoktur. Kendilerini ayıplamak şerefinin bana düşmesi mutluluk verici ve tabii. Belki Ayverdi ve onun gibi yazarları yaralayan da aslında budur? Uğrunda çabaladığı o cenah, o nesil hâlâ o cenah, hâlâ o nesil; dünden habersiz, yarınına kör. Bir sınıfa mensup olmanın cezası konak günleri sona erip de yoksulluk geldiğinde önce kendi cenahının, kendi sınıfının ona sırtını dönmesidir belki de. İnsanoğlunun işte böyle kötü huyları da vardır. Onun kendi edebiyat halesini kısa ve küçük bir cenahı kapsayacak güçte tutan da bu olmuştur. Hayatından, varlığından acımadan istikbaline yaptığı fedakârlıklara rağmen. Yazık.
Sadece tarihsel manada bile bir dönemin koşullarını, insanlarını tanıyabilmek, dönemin kültürel ve siyasi değişimlerini tahlil edebilmek açısından “Mesihpaşa İmamı, İstanbul Geceleri” gibi kitapları bence bugün daha da önemli hale gelen kitaplarıdır. Bir yazarın kitaplarını satır atlayarak okuyanlarla, teknolojiyi bir nimet bilip parça parça yağma edilmiş sözlerini okumaktan tat alanların zevk ve anlam âlemleri de bilgi dağarcıkları kadar dar olur. Bir yazarın bir tek satırı bile hayat hikâyesinin de okunmasını gerektirir. Yazılanların asıl anlamları onları yazanların biyografilerinde, otobiyografilerinde gizlidir. Kalemini ok gibi tutanların şüphesiz bir hedefleri vardır. Amaçsız, hedefsiz kalem tutulmayacağını herkesler bilir. 1978’de dönemin kültür ortamında muhafazakâr edebiyat anlayışının iktidar olmasına dair imalarla dolu ve solcuları da şikâyet ederek Alpaslan Türkeş’e yazdığı mektupta öne çıkardığı milliyetçiliğini de bunun dışında tutmuyor ve buna bağlıyorum. Fakat ben şahsen milliyetçiliği ne İslam’a, ne Tasavvuf’a, ne de edebiyata sığdıracak bir kafayla yaşamıyorum. Ki Ayverdi, çok uluslu bir imparatorluğun tozunu yutmuş da bir yazardı. Burada bir temassızlık var, anlatabiliyor muyum?
Bundan sebep Ayverdi, en çok da “bize uygun görüşler değil” diyenlerin kütüphanelerinde yeri olması gereken bir yazar. İnsanların neye karşı oldukları konusunda bildiklerinden emin olabilmeleri için karşıt oldukları düşünlere satır satır hâkim olmaları gerekir. Yoksa karşıtlık, ufukta sadece anlamsız bir manzara olarak kalır. Taraflılık da öyle… Şiirleri dâhil, yayınlanmış bütün kitaplarını ve hakkında yazılmış makalelerden köşe yazılarına kadar birçok metni okumuş biri olarak, Ayverdi’nin kendini adadığı hiçbir şeye “karşı” bir duygu taşımıyorum. “Tarikat” deyince, eli ayağı titreyenler gibi paniklemiyorum da. İşleyiş biçiminden çok sadece kelime anlamını sevdiğim için belki de. Herkesin bir biçimde kendine has bir var olma biçimi vardır, kaçınılmaz. İnsanları yaşadıkları dönemin koşulları kadar büyüdükleri evlerin koşulları ve sahip oldukları anne babaların karakterleri, mizaçları çerçevesinde tahayyül etmek de gerekiyor. Sâmiha Ayverdi’nin birbirine zıt görüşlere sahip bir anne baba arasında aldığı biçim, edindiği fikirlerle süslenmiş çocukluk ve ilk gençliğinin evirildiği biçim de elbette bir zenginlik. Duygu ve düşünler dünyasını şekillendiren aile hayatının onu mecbur ettiği kısa evlilik hayatının da kendisinde yarattığı bir profil var. “Kadın yazar” olmanın zorluğu kadar yaşadığı toplumun istediği “makul kadın” olmanın da zorluklarını yaşamıştır Ayverdi.
Yazıya dair kabiliyetleri, aldığı eğitimin ona kattığı donanım olmasaydı, şundan emin olalım ki, ne bir edebiyatçı, ne bir düşün insanı, ne de mensubu olduğu tarikat içinde bir yeri olmayacaktı. Dolayısıyla Cumhuriyet rejimi hakkındaki bazı fikirlerine rağmen onun bütün nimetlerinden faydalanması hakkında belki de bir şey söylemesen daha mı iyi olur? Daha iyi olur. Çünkü sert olan hem kırar hem kırılır. Cumhuriyetin eleştirilere kapalı bir tarafı olmadığı gibi günün koşullarında ortaya çıkan hengâme içinde doğrusu Cumhuriyet’in olma biçimini eleştirmek de ne kadar doğru olabilir ki zaten? Bugün yaşadığımız ahlak krizinin nedenleri arasında kişilerin ahlakını değiştiren şeyler zamanın dışında kalsa da, o günlerde kimi değerleri bir anda ortadan kaldırma girişimleri ve değişimler elbette içine kapalı bir milleti korkutacaktı, ama kişi imanını bozmadıkça “din elden gidiyor” söylemi sadece kulaktan kulağa bir fısıltı olarak kalacaktı.
Ayverdi’nin çocukluğu bir başka, yetişkinliği bambaşka bir döneme denk gelir. İki dönem arasındaki geçişin onun kafasını karıştırdığını asla iddia edemem, çünkü o, ne yöne yürüyeceğine çok küçük bir yaşta karar verecek bilinci, annesi Fatma Meliha Hanım’a baka baka içinde bulmuştur. Çok akıllı duran o küçük kız duygularıyla hareket etmiştir. Bu buluşta yenidünyalara ve maddeciliğe çok daha açık ve yakın duran babası Piyade Kaymakamı Yarbay İsmâil Hakkı Bey’in de aksi yönde payı olmuştur. Sâmiha Ayverdi dendiğinde akla ilk İslam değil, Tasavvuf gelir ve sonra edebiyat doğrusu. Bu silsileyi bozanlar koşarak “şirk”in sözlüklerdeki anlamına bakmak hürriyetlerini kullanabilirler. Çünkü İslam, çukuruna indirildiğinde kişi, başlayan şeydir. Zira İslam, insanın kontrolünde dünya hayatında ideolojilerin, siyaset anlayışlarının, iktidar olma çabalarının yakıp söndürdüğü küçük ateşler için yakıtı insandan başka hiçbir şey olmayandır. İslam’ı tam istediği biçimde güncelleyip kendilerine uyduramayanların, onun birer kolu gibi insanlığa sundukları diğer şeyler söz konusu olduğundaysa, insana özgü hareketlerin neye hizmet ettiğini daha açık görürüz. İslam, bir toplumda o toplumun değerlerine göre şekil alacak bir konu değildir. Sosyoloji, Edebiyat, Tarih, Felsefe gibi… Bütün bunları kendi değer anlayışlarınıza uygun hale getirebilir, dönüştürebilirsiniz. Fakat İslam, toplumların kaidelerine uyacak, uydurulacak bir şey değildir. Onun kendi kaideleri vardır. Tasavvuf ilmi burada devreye girebilir, ama bu öğreti “dünyalar gelsin, bağrıma basayım” diyecek genişlikte yaşamış Mevlânâ’nın öğreti ve öğütleriyle de uzlaşan bir Tasavvuf anlayışıyla yol alamamıştır hiç. Çünkü Tasavvuf anlayışı ideolojilerden, çıkarlardan daha ileride “Ben gelmedim dava için benim işim sevi için” diyen Yunus’un da derinleştirdiğidir.
Samiha Ayverdi
İslam bir din, Tasavvuf bir anlayıştır. Tasavvuf İslam’a ısınmakta, sokulmakta bir ilk adım olma hususunda önemli de bir eşiktir. “En iyi Müslüman Türk olan, Türk olan zaten Müslüman” gibi argümanlar İslam, Tasavvuf ve edebiyat silsilesini en onarılmaz biçimde bozacak olan şeydir. İslam’da ümmetçilik, Tasavvuf’ta insanlıktır mihenk. Başka bir şey değil. Ayverdi’nin kitaplarında, mekânlarında, durumlara, karakterlerinde, diline doladığı zamanlara kadar insanın varması gereken yere giden yollardan, usullerden edilen sözler, gündelik hayatta dile getirdiği fikirlerin birbirleriyle çeliştiğini gösteren de Tasavvuf’tur. Ayverdi’nin yaşadığı son dönemlere kadar geçirdiği kültür şokunun bunu yarattığını sosyolojik olarak görüyor olmak da onu zalimce eleştirmeye manidir. Balığı sudan çıkarır, kuşu havadan indirirseniz alacağınız sonuç Ayverdi’nin kendini yalnız hissettiği bu atmosfer olacaktır doğal olarak. Böyle bir yazar elbette dış dünyadan bağımsız bir iç dünya genişliğine de ihtiyaç duyacaktır. Onun milliyetçiliğinin bende yarattığı tek ön yargı bütün iyi taraflarını ve edebiyatını bunlar dışında tutmaya çalışarak, onu kendi dünyamda bir yere oturtmaya çalışmak olsa da, tek bir satırından fikir dünyasına kadar onu ne yaparsak yapalım milliyetçilik kavramından ayıramayacak olmaktır. Bir sınıfı kurtarmakla bir memleketi kurtarmanın başka şeyler olduğuna bundan çok daha fazla inandığım için.
Ayverdi, gerçekten İslam’ın bir kolu olarak davranışsal ve ilimsel dairede dünya telkinleri arasındaki en güzel şey olan Tasavvuf’a kendini adayıp da yalnızca edebiyatıyla bir mevzi kurmaya çalışsaydı, bugün sözcükleri kalbimizi delip geçecek derinliğe çoktan gelmiş olurdu. Bu yine de onun fikir dünyasını değersizleştirmez. Bir sızıntı olarak bugün hâlâ sözcükleri sözcüklerimize karışmakta, et tırnaktan ayrılmıyor ki… Fakat edebiyatından çok tarikata dönük tarafından sözler ederiz Ayverdi’nin, çünkü bunlar onun edebiyatının özüne işlemiş şeylerdir. Sâmiha Ayverdi, ister edebiyat, ister sosyoloji, istenirse Tasavvufi açıdan konu olduğunda onu Ken’an Rifai’siz anmak mümkün değildir. Yazı hayatında başlatıcı olduğu kadar hayat biçiminde de Rifaî’nin yeri oldukça önemlidir. Sıradan bir tarikat şeyhi olmamakla birlikte piyano çalan, Fransız diline ve kültürüne hâkim, günün bütün sosyal hareketlerinden ve Batılılaşmadan da haberdar, hukuk eğitimi almış, modernist fikirlere de sahip olan Rifaî, yirminci yüzyılın önemli şair ve mutasavvıflarındandır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasını “Hakk’ın tasavvuru” diye niteleyen Rifaî, elbette Ayverdi’den daha güçlü ve anlayışlıdır da, birçok çevrece hoş karşılanmasa da Ayverdi’nin dünyasında bir güneş olarak tarif edilebilir. Bir bakıma düşünlerine uygun bir baba figürü olarak da… O kadardır ki, Ayverdi’nin mezar taşında “Kenan Rıfaî Hazretleri’nin Bendesi” yazar. “Bende” yani kul, köle, hizmetkâr...
Kenan Rıfaî
Samiha Ayverdi ve Kenan Rıfaî
İslam, yalnız başına yaşanabilir, edebiyat bir başına da yapılabilir, fakat Tasavvuf bir muhabbet bağı olduğundan baş olana eller, ayaklar gerektirir. Bendelik şart değildir, ama kendini Ayverdi gibi Leyla’da takılıp kalmış bulanlar “bende” olarak da tarif edebilir. Bu “Leyla” bir kimse gibi bir fikir de olabilir. Belki de insanın varabileceği tek yer burasıdır. Daha ilerisi yok. Varsa, ötesine de karşı değilim, ama Leyla’da takılıp kalan varabilir mi Mevla’ya? Buna, “her şey yolunda, ama yolda bir tuhaflık var galiba” denmez mi? Bir kimseye hürmet etmenin yanında kula kul olacak kadar hizmetkâr olmanın şirk koşmaktan bir farkı da yoktur. Yalnızca sözcüklerden yapılmış daha ileri gitmese de insanın aradığı şeyi insanda bulacağını sanması büyük yanılgıdır. İnsanı aradığını bulduğunda bile yarım bırakan biraz da budur. Ayverdi’nin Mevlânâ hakkındaki düşünlerini anımsadığımda bu konudaki fikrim de budur. Bir Mevlevi olmamakla beraber, Mevlânâ’ya toz kondurmayacak da olan ben onun müridi mi şeyhi mi olduğu konusunda kesin hiçbir kaynağın olmadığı, ama insanlar arasında ve kaynağı belirsiz kitaplarda yer yer Mevlânâ için bambaşka olduğunu bildiğimiz yarı çıplak dolaşan, zincirli, def çalan Kalenderiye dervişlerinden Şems için aynı şeyleri nasıl söyleyemezsem, sanırım Ayverdi için de yaşadığı dönemin onda yarattığı şokları hiçe sayıp giriştiği yolda edindiği kimlik hakkında da alelade sözler edemem, ar ederim! Fakat ilmi, ideolojisi kadar olan birinin Tasavvuf’u sıkı bir milliyetçilikle boğmasına da sükûnetle yaklaşılmasını olağan karşılayamam. Denizde balık, havada kuş ne ise, insan da karada odur. Sâmiha Ayverdi de sadece bir insan, yazan, fikirleri kadar yaşayan bir insan ve fikirlerini sadece “bir tek millet” milliyetçiliğiyle de sınırlı tutan. Fakat bu ciddi ve renkli kişiliğinin yanında bir de inadı var ki, nasıl sevmeyeceksin onu?
Semiha Ayverdi'nin mezar taşı
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |