16 Haziran, bir bayram sabahı…
Elleri kınalım Mekke'de öldü.
"Çoşkuyla ölmek" diye, buna derim işte!
İnsan, dünyaya gelirken de dünyadan giderken de bir "Hediye." Önce kundakta sonra bir tahta kutuda… Önce kucakta sonra omuzlarda… Böyledir bu, dünyaya gelenler bir bir sıralı yahut sırasız giderler. Nereden gelir nereye giderler, sarılıp da kendileri gibi muammadan bir ambalaja. Önce düğün gibi sonra yas, sonra da otur için için ağlaya ağlaya yaz! Bu çileli düğüm ne zaman, nasıl çözülecek? Kimseler bilmez. Anne ölünce, birden büyürmüş insan ve bir zaman sonra "sanki çocuğum öldü" dermiş. Bir şair ne zaman şair olur biliyor musunuz? Mecnun olduğu zaman... Canından kopup da insan olduğu candan koptuğu zaman… Ruhunu anlamlı kılan o imgeyi elleriyle sıkı sıkıya tutamayacağını sonsuza kadar, anladığı zaman. O ateş birdenbire kendi kendine harlanıp aydınlattığında kanayan yerini ruhunun ve gösterip "işte karanlık bu!" dediği zaman. Ne güzel laflar ederiz, ne de kolay! Şiir, bir söz sanatı değil ama sadece. Yas evinde sönmek nedir bilmez gibi yanar, çünkü yok cihanda bir başka kelime "anne" gibi ilham olsun şiire ve merhem yaralara, yanar sönüp gitse de içimizde, lambası gibi ebediyetin. Bir ateş gibi sönüp küle döndüğünde bile savrulup durur içimizde. Senelerce gözümüzün içinde duran şeyin kaybolduğu gün, sanki hayatımız parmaklarımızın arasından kayıp gider de tutamadığımız zaman onu, biz şair oluruz. Dünya güzelliğiyle insanı çıldırtsa bile kendini hiç unutturmayacak bir dert olur bu. Onun öldüğü yaşa geldiğinde, artık onunla akran olsan bile. Biz insanoğlu, "anne" denen o kayıp imgenin nasıl yaratıldığını, o imgeyi kaybettiğimizde anlarız, bir zamanlar en yakınımızda olduğu halde ona doyamadığımızı.
"dağ ucunu saklayıp konuştu benimle
dilini ısırıp ağzına geleni söylemeyen suyun
kıyıya yaklaşınca çekindiğini gördüm
kapım ahşapça çaldı
duyduklarına sıktı dişini bileğim
yansıdım ve dağıldım yüzeyine her şeyin
ben artık her gün bir şeye küsecek gibiyim sonra her şeye"
"Şiir yazanlara şair denir" evet ama artık boşluğa bakanlar şairlerden biraz daha ileri. Şiiri niçin bu kadar çok sevdiğimi oturup anlatsam, bu ilm-i hâldir anlatılamaz, göğüs kafesleriniz içinize çöker. Artık vakit gelmiş, herkesin anlayamayacağı bir dili öğrenmiş bulursunuz kendinizi. Işığın altında ne kadar kusursuz ve muazzam dünyayı ayakta tutan direkler gibi dursa da, geceleri gün ışıyıncaya kadar, bir gölgeden ibaret dağların ortasında korkunç ıssızlıkta bir vadide kendinizi yapayalnız bulursunuz. Uykularınızdan kulağınızda uğultularla, içinizde fırtınalarla, korkularla uyanırsınız, "Tanrı benden yarın daha ne alacak?" diye.
Cemal Süreya, annesi öldüğünde bildi, "anne"nin ne demek olduğunu. Bülent Parlak, annesi öldüğünde anladı, şiirinin nasıl mayalandığını. Ömrünce insan dinleyen Doğan Cücenoğlu, annesi öldüğünde gördü, annesi olmayanın kimsesi olmadığını ve bunu söylediğinde büyüdü birden devrilerek üstüne kalbinin yorgun tarafı. Teknik lafları oldum olası sevmem, bilmek de lazım amma, şiir için "yürekten sözlerdir" de diyemem. Ben hiç şiir yazmadım ama hep bu şairler yüzünden şair gibi konuştum. Şiir, kanda pıhtı gibi bir şeydir. Bir pıhtı, incecik bir ip değil de nedir? Yutkunamadığında insanın eline, ayağına, boynuna dolanır. Kaçtığım şeye koştuğumu her anladığımda yakalayıp yakalayıp kendimi tutup tutup önüne attığım… Doğrulup birden yine ayağa kalktığımda sinemi kan revan içinde bulduğum, bir kapıdır o bana hep. Önünde durduğumu bilmesem de annemin açtığı. Şiiri, en kötü şiiri bile çok severim, ne kaybettimse onun içinde bulacağım, sevineceğim diye sanırım ve bazı şairler var ki hasret duygusundan yaratılmış gibi gelirler bana, nereye gitse bir seferi gibi kucağında ocağından son hatıra, saksıda kapanmaz yara gibi açılmış benliğimden bir öksüz çiçeği. Otursam yanlarında sanki o gün son günümmüş gibi ve az sonra kanatlarım omuzlarımdan aşağıya düşecekmiş de saatim dolacakmış gibi bana kendilerinden bir şeyler daha söylesinler de şuracığımda kırılacak o son taş da kırılıp yerinden sökülsün diye. Nasılsa eksiğini hiç bulamayacak ve o eksik olan da daima eksilecek diye gözümün önünde paramparça olsun da "hayat beni harcadı" demeye fırsatım olmasın diye. Bu fırsatı bulanlar şiir yazarlar. Bir vadiden bir dağa söylenen son türkü gibi "Hediye". Kapağında oyalı bir yazma, içinde kelimelerden yapılmış, hem merhem hem yara. Annenin eksikliğini hissettikçe Neşet Ertaş, türkü söylerdi mesela. Bir acı gelir kuluçkaya yatarsa sinenizde, ya bir şiir ya bir şarkı ya bir türkü bir anlığına da olsa sizi teselli edebilir. Bir kitap daha bitti, bir şair daha yazdığı şiirin kalbi nasıl atıyormuş, öğrendi. Şimdi ona yutkuna yutkuna eşlik edebilirim.
"Şu garip hâlımdan bilen, şiveli nazlı
Göynüm hep seni arıyor, neredesin sen?"
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |