“Denizin yerine sesimi koyarım
Yeniden doğacak güneşi boğarım”*
Her metni son metnimmiş gibi yazıyorum. İçine biraz ses ve illüzyon da katıyorum. Kendi şarkımı söylüyorum ve içimde, daha çok uzun yıllar yaşayacakmışım gibi kötü bir his taşıyorum. Aslında insanın akıbeti belli, ama yarın okumayanlar için belli değil tabii. Bu belirsizlik çarkında birçok türde birçok metin okudum ve insanın ne yazık, Tarih boyunca mutlu ya da mutsuz yürüdüğü yolun sonunda yıkılacak yahut onu, insanlığı yıkacak kadar sarsıcı bir duygunun saracağı bir alın taşı olacak olmasından başka bir sonu olmadığını da bu metinlerde gördüm. İş edebiyat olunca, yazarlar, gidişatlar ve edebiyat hakkında yazanlar arasında hâlâ ayakta duran bir alın taşı da olan George Orwell’ın bendeki yeri bu yüzden çok başka. George Orwell, gerçek adıyla Eric Arthur Blair. Orwell, durdurulamaz bir ırmak ismi. Zengin çocuğu, o günün orta sınıfının sahip olduğu koşullarda, ama sonra meteliğe kurşun atan bir adam oldu, cepheden cepheye koşan. Koşullar değişir, zenginlik de ne imiş, bitebilir. Bu, onun kendi tercihiydi de, mensubu olduğu sınıfın yarattığı koşullar altında ezilenlere karşı vicdan azabı duyuyor ve bu vicdan azabı mensubu olduğu sınıfa karşı bir “sınıf kini”ne de dönüyordu. Paris’de bulunduğu süre boyunca bulaşıkçılık da yapan Orwell’ın, hayatının sonlarında belirecek hastalığının nedenleri arasında bu kötü koşullarda geçirilmiş zamanların da bir parça payı olacaktı.
George Orwell
1936 yılında artık edebiyat çevrelerince bilinen biri olmuş olmasına rağmen beş parasız yaşamından çok da şikâyetçi olmamıştı, totaliter yönetimlerin köşe başlarını tutturduğu emperyalizmden olduğu kadar. Yanı sıra edebiyat eleştirmeni, yazar, ama bu kadar mı? Değil. Hayatını bir ateist olarak geçiren Orwell, cenaze merasiminin dinine bağlı her Hıristiyan’ın cenaze töreni gibi olmasını istemişti, ölümünden hemen önce. Sanırım, inanılması gerekene gerçekten ve yürekten inanarak yaşadığını, yaptığı her şeyi bu yüzden yaptığını ve ondan başka her şeye ve herkese başkaldırdığının anlaşılmasını istediği için. Benim gibi. Orwell, yazı kariyerini tek başına başlatacak zamana kadar birçok işte çalışmak zorunda kaldığı hayatının sonunda birçok unvana sahip olduysa da benim için dünyayı görmüş, insanı tanımış biri olarak kaldı, yazdığı her şeyle. Düzeni görünce, insanın içinden “çıt!” diye bir ses yükseliyor. Orwell, o sesi duydu. Kalbin kırılması buydu, yaratılmışların hayvanı olmaya karşı. Orwell, “yanan yansın, aydınlanan aydınlansın” diye “dünya” denen bu tekkenin bir köşesinde mücadele ettiği karanlığa karşı bir ateşbaz gibi ateşler yakıp durdu, ama sadece kendisi yanıp yanıp sönüyordu.
George Orwell
Orwell’ın yazı kariyerine bakınca, bu işin bir alış-veriş olduğu konusundaki esprilerini de patlattığı “Kitaplar ve Sigaralar”, “Edebiyat Üzerine” kitaplarının yardımıyla da, bugün kitaplar hakkında özetler yazanların, yapay zekâ gibi Google havuzundan toparlanan metinler ya da mutlaka “yazılacak yazar” ya da “konu” hakkında doğrudan o kitapları ya da yazıları okumak yerine “zaten yazılmış” yazılara bakarak bir başka formunu, eline bir makas geçince kendini terzi sanarak kesip biçip yayınlayanların “Edebiyat Tarihçisi”, “Edebiyat Eleştirmeni” gibi sıfatlara nasıl sahip olduklarını anlamakta güçlük çekiyorum… Kırk yaşlardayım, okuldan evvela kalemi kâğıdı tanıdım, o gün bugündür yazarım, ama ben “bu sıfatların sorumluluğunu taşıyabilir miyim” düşüncesinden bir türlü unvan derdine düşemedim. Oğuz Atay’ın kitabı hakkında ille de kendisinden bir şeyler duymak için Yusuf Atılgan’a gönderdiği kitap hakkında duymak istediği şeyleri sağlığında duyamadığı günlerin de bende bir etkisi var tabii. Birilerinin bu işi de birileri için beklentisiz yapması gerektiğine inandığım için… Düşünce yazısı yazmak isteyip yazamayanların da halinden anlıyorum tabii, her girişimlerinde yazdıkları mecraların bir köşesinden kendilerine gaipten bir ses gibi işittikleri bir Şener Şen repliği yükselir, “Sen düşünemezsin!” Tanıtıcı reklam metinleri yazarken bile fikirlerini korkudan dile getiremeden ve en kötüsü, yaptıkları işin yapmak istedikleri her şeyi yutmasını izlerler ve sonra son lokma kendileri olurlar. Derken birden yazmayı da bırakırlar bazıları. Buna, “Sıçan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” derler. Kimi zaman kendinden çok vermenin bir başkasına fazla geldiğini de biliyorum, ama yine de bu konuda çok daha fazla şey bilmek isterdim galiba. “İnsan, yazı” ve “oluş” hakkında bilmek istediğim o kadar çok şey var ki, bu sıfatları taşıyanların bu bilme isteğimin karşılığı olamamalarının hayal kırıklığıyla yaşıyor, elini sıktığım, dizlerinin dibinde “mutlaka ondan da öğrenecek bir şeyim vardır” diye oturduğum birçok yazara karşı “Uzaktan hayran olduğunuz biriyle sakın tanışmayın, ya eliniz ya kalbiniz boş kalır” diyen Dostoyevski ile aynı duyguları taşıyorum…
Orwell, alanında yapılmamış olanı yaptı, kırk altı yıllık hayatı boyunca ondan beklenenlerin dışında düşündüklerini, düşünülsün istediklerini de yazdı. Bir “Edebiyat Eleştirmeni” olarak kitaplar, gidişatlar hakkında yazarken sosyal adalet, siyasi ve sosyal iktidarlar ve onların kullandıkları dilin toplumsal işleyişteki rolünün neden önemli olduğu konusunu, özellikle edebiyatın toplumlar üzerindeki etkisini vurgularken, yazarların toplumsal sorumluluklarını onlara hatırlatan düşünceleriyle de düşünceler geliştirilmesi gerektiğinin altını çizerek yazan biri oldu. 1946 yılında yazdığı “Politika ve İngiliz Dili” makalesinde de dilin kötü kullanımının dili bilmemekten değil, siyasi manipülasyonlarla ilerlemek isteyenlerin girişimlerinden ibaret olduğunu anlatmıştı. İnsanın insana karşı yığınları korkutmak için havaya sıkılmış bir kurşun sesi olduğunu. Üslup, tarz, biçim de buna dâhil.
Biz Orwell’ın tarif ettiği bu trol dile yabancı değiliz elbette. Bu dille bir devri başlatan birkaç kelimenin bugüne nasıl şekil verdiğini anlamlandırabilmek için, o kelimelerin kitleler üzerinde sahip oldukları gücün iktisadi mi yoksa sosyal mi olduğu konusunda düşünmeyen bir toplum, ancak nereden nasıl çöktüğünü gördüğü zaman, yani çöktüğünde, “kafasından değil, kalbinden çürümeye başladığında” bunu idrak edebilecek hale gelir, fakat iş işten geçmiş ola. Bizim yeni yüzyılımızı başlatan yüzyılın sonunda en çok kullanılan ve bu manipülasyoncu dille propagandası yapılan kavramlar “altın”, “nesil”, “katil” ve “iktidar” kavramları oldular. Bu kavramlar ayrı ayrı yahut hep beraber bir cümle içinde bile ne kadar güçlü ve yıkıcı kavramlar olduklarını da onları kendilerine mal edenlerle gösterdiler. Orwell’ın dil ve manipülasyon üzerine ortaya koyduğu tezin içeriği de bu elbette. Böylece dün bayrak tutan çocuklar bugün silah tutar oldular. Bu bağlamda Orwell, düzenin eline verdiği silahı bıraktı, kalem tutmayı tercih etti. Öldürmedi, ama yaraladı! Zira kalem, düzenin tekerine sokulacak bir çomak değilse, ne?
Eleştirmenlik kariyeri, onun yazınsal ve politik duruşunu pekiştirirken, edebiyatın toplumsal değişim üzerindeki potansiyelini de gözler önüne sermişti. Bu bağlamda Orwell, yalnızca bir yazar değil, aynı zamanda düşünceleriyle kendi çağı gibi yaşadığımız bu çağı da etkisi altına almış bir düşünüre dönüşmüştü, edebiyatın dönüştürücü gücüyle… 1800’lerde toplumun sürekliliğini sağlama konusunda önemli bir figür tespitinde bulunan F. Le Play’ın “aile ve mülkiyet” konusunda ortaya koyduğu “Büyük Birader” Orwell’ın da totalitarizmin kaynağını işaret etmede kullandığı manipülasyoncu kavram ve figür de olmuştu. Totaliter bir devletin, kurumların, mecraların bireyler üzerindeki baskısını derinlemesine işlediği “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, Tarih’in tekerrür etme biçiminin de en anlaşılır biçimi olmuştu. Bu tekerrür, her türlü düşünce ve eylemi kontrol eden, propaganda, gözlem ve cezalandırma mekanizmalarıyla zihinleri de şekillendiren ve kapitalist sistemi daima işler kılanın ne olduğu konusunda da derin tarihsel bir süreci gözler önüne serer. Kitapta “Okyanus” diye adlandırılan ülkenin ölçek olarak bütün sistemi kapsadığını da gördük tabii, değil mi? Orada kullanılan dilin de Orwell tarafından neden “manipülasyon dili” olarak nitelendirildiğini de. Çünkü ancak bu biçimde kullanılan bir dil ile düşünce özgürlüğünü tehdit eden araçlar görünür hale gelecekti. Bugün, bizim de yaşadığımız gibi.
“Dünya Tarihi”ni bir çırpıda hatmetmek işte bu kadar kolay, yani durun da kendi yüzyılınızın nasıl başladığına bir bakın! Parmağınızın ucunda bir alev topu gibi döndürdüğünüzü sandığınız dünya, sizin kendi dünyanız mı ama? Bütün iyi şeyleri bağrından söküp atmış, onların yerine yalakalık kültürünü oturtmuş bu toplumdan zaten başka ne beklenir ki? Orwell’ı evrensel manada bir yazar yapan ve onu bize getiren de bu bağrımızdan söküp attığımız iyi şeylerin yarattığı boşluk olmadı mı? Neden yazdığını bilenlerle hemdert olduğunu, “Neden Yazıyorum” da yazıya döktüğü şu cümlelerde daha da iyi anladım ben, “bir okur, bir yazana neden gerek, ama yazan gerçekte neden yazar” diye:
“Başlangıç noktam her zaman bir taraftarlık hissi, bir adaletsizlik duygusudur. Bir kitap yazmaya oturduğumda, kendime ‘bir sanat eseri üreteceğim’ demiyorum. Yazıyorum, çünkü ortaya çıkarmak istediğim bir yalan var, dikkat çekmek istediğim bir gerçek var ve ilk kaygım bir dinleyici bulmaktır. Ancak bir kitabı veya uzun bir dergi makalesini yazarken, bu sürecin aynı zamanda estetik bir deneyim olmaması durumunda bunu yapamazdım.”
Orwell, bir İngiliz olmasına rağmen İngilizlerin sömürüsü olan Bruma’da polis memuru olarak çalıştığı yıllarda “Bruma Günleri” ve “Bir Fili Vurmak” kitaplarını da bu deneyimlerine yaslanarak yazmıştı… Yazmanın, insanın her gün kendini kurban ettiği bir arzu tapınağı değil, tehlikeli de olsa bir ödev olduğuna inanmıştı. Onun bir insan olarak da en hakiki taraflarını ortaya çıkaran da bu deneyimlerini yazıya yansıtması olmuştu. İngiliz İmparatorluğu’na karşı eleştirileriyle dikkat çeken Orwell’ın polis memurluğu yaptığı süre boyunca edindiği deneyimler, onun istifa etmesinde rol oynadığı gibi emperyalizme karşı duyduğu antipatisini daha sonraları daha aklı başında bir biçimde de şekillendirdi. Yazdığı her eleştiri metninden kitaplarına kadar düşüncenin insanda nasıl ve neden belirdiğini toplumsal ve sınıfsal sorunlardan istisnasız ve müstesna hiçbir kopuş yaşamadan yazdı. Tarih’in tekerrür etme biçimlerinin neden insanlığa dersler veremediği konusunu, toplumun hafızasını kaybettiğinde sağlığını kaybettiğinin de bir yansıması olan önce hafızasını sonra da sağlığını kaybeden genç bir kızın hikâyesi de olan “Papazın Kızı”nda da yazmıştı. Orwell’ın tekniği de bir sosyalist olmasına rağmen seçkin sosyalistleri de sert bir biçimde eleştirdiği işçi sınıfı yazı dizinden kitaba dönüşen “Wigan İskelesi Yolu” adlı kitapla vücut buldu. Düşündüklerini korkusuzca dile getirdiği bu kitabı yayınlayan seçkin sosyalistlerden biri olan yayıncısı bile artık ona itiraz edecek durumda değildi. Bir eleştirmenin en büyük zaferi de bu olmalıydı, ama sistemi değiştiremedikten sonra bu zafer kimin zaferiydi? Ölümünden yetmiş yıl sonra hayatı boyunca şikâyet ettiği kapitalizmin bir şartı olan telif yasasının ortadan kalktığı gün kitapları da bu yağmacı sistemin yuttuğu bir şey olmuştu çünkü. Orwell, insanın insana yaptıklarına tanıklık etmenin ayakta tutmaya çalıştığı duvarını yıkmak için uygulanan gücün bir parçası olmayı da böylece reddetmişti. Bizim toplumumuzda “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım”cılar dışında görünecek seviyede bir sayıda ve bu konuda, kimseler yok neredeyse.
Orwell, günümüzde yaşadığımız kaosun kökenlerinin de kesişim noktası olan “Tarih, tekerrür” ve “kapitalizm” kavramlarını metinlerine yerleştirirken bütün bunlara karşı direnmeyi edebiyatla yaptı. Edebiyat bunun neresinde mi? Ne! Edebiyat mı? Ne edebiyatı? “Sürüden ayrıl” diyen edebiyat. “Sürüden ayrıl, ayrılırken de sürüyü dağıt ki, kimi kapacağını bilemesin kurt”, diyen edebiyat. Orwell, özellikle pandemi döneminde oldukça ilgi görmüş, “kâhin yazarlar” olarak nitelenen yazarlar arasında şöhretine şöhret kattığı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” ve “Hayvan Çiftliği” kitaplarında da gerçeğin distopik yansımalarını ortaya koyarken geleceğin alacağı biçimden geçmişe bakarak sözler de etmişti. Çünkü o bu kitapların yanı sıra bu kitaplardan çok daha önemli gözlemler ve öngörülerde bulunduğu “Savaş Günlükleri” ve “Faşizmin Kehanetleri”nin de yazarıydı.
Bizim edebiyatımızın, “edeple yat, sonra da kalk hadi ebediyete bak” diyen tarafına karşıt ve buna itiraz manifestosunu çeken Orwell, “Tarih, tekerrür, kapitalizm, oynat bakalım!” dedirten insanlık tarihi izleğini de böylece dipdiri tutabilmişti. Tarihsel süreç, insanlığın kolektif bellek ve deneyimleriyle kan kaynayan bir havuz ve insanlık deneyimlerinin bir yansıması olarak, toplumsal yapıların ve ekonomik dinamiklerin şekillenmesinde hep en önemli rolü oynamıştır. Bütün bunlar ve Orwell gibi yazanlar ya da her dönemde meydana gelen bu toplumsal olaylar tekrar eden kalıplarını ve sonuçlarını anlamamıza yardımcı oldu mu ama? Olmadı değil mi? Kapitalizm, tarihsel süreç içerisinde sürekli bir evrim geçirmiş ve sosyal toplumsal ilişkileri de dönüştürmüştür, insanı da bir nesne kılan, iktisadi yorumlarla da tabii... Edebiyat eleştirmenliği ya da edebiyat o kadar pasif bir alan değil yani. Düşünürsen dönüşürsün, ama “Sen düşünemezsin!”
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |