Âdemi bul, âdem ol, âlemde âdem gizlidir,
Etme tahkir âdemi, âdemde âlem gizlidir.”
Fennî
“Bahtiyar’ım, uyusun, uyansın,
Gül yastığa dayansın,
Bastığım duvarlar yıkılsın.”
“Ah Hâlet, halet-i ruhun ruhum mu yoksa benim?” dediğim, “Ah sefalet” Asaf Hâlet, 1958’de “bu kadar yeter” deyince kalbi, bir hastane odasında öldü. Bugünse, ne ölüm yıldönümü ne doğum günü… Bugün “yakasında daima bir çiçek, koltuğunda kitaplar taşıyan ve ahbaplarını yerden temennalarla selamlayan” şairin dirilme günü. Kemanı omzuma aldığımda, sanki kendisini de omuzlarıma almışım gibi bu göğsüm genişleyerek birden, sesini kâinatın biricik sesi gibi aklımdan geçirdiğim Asaf Hâlet Çelebi’nin kendi sesinden şiirlerini dinlediğinizde, ayrıca yok tahayyüle gerek, inceliğini ruhundan aldığını idrak edebilirsiniz. Fakat ne katmış kendinden ruhuna onun yaradan, o sese kulak vermeyince, “Şiir ne imiş, şair kime denirmiş” nereden bileceksiniz… “Mevlânâ’nın Rubâîleri”ni çevirdikten sonra bilhassa, çokça sınansa da ne bilip ne bilmediği konusunda, Farsça ve Fransızcaya çok hâkim bu şairin ölümü sonrası kendisini bir takım karikatürler ve yazılarla aşağılayan, alaya alanların dahi üzülüp çok mütevazı cenaze törenine tıknefes koşarak iştirak etmeleri, hemen ölümüyle birlikte hakkında kaleme aldıkları kısacık yazıların da muhakkak bir değeri vardı. Fakat artık onun için mi, onu sevenler için mi orası muğlâk tabii. Seneler seneler sonra bile başka bir surette Yunus gibi nasıl da haklı çıkarmıştır yine de kendini “Kunâla”da sesiyle arşa değdirdiği o satırlardaki gibi:
“Vakit geldi Kunâla dünyayı göreli çok oldu
Tam kırk yılda seni buldum Kunâla
Bu can tenden geçmeden bu dünyadan göçmeden
Bir kerecik sevmek çok değil
Simsiyah saçların var Kunâla
Kemiklerine yapışık etlerin var
Bir gün dökülecek
Kunâla kuşu gibi gözlerin var
Bir gün sönecek Kunâla
Bu etlerin arkasında güzelliklerin var
Benden başka kimse bilmeyecek”
Tıpkı benim gibi yazanlar arasında en çok şairleri seven Freud dirilip gelse, şiirlerindeki derinliği bilhassa öne çıkarıp Asaf Hâlet’in hayranı olurdu bence ve boğaza baktığı halde ederiyle değeri asla denk gelmeyen, çok uzun yıllar yaz geceleri bahçesinde misafirler ağırladığı Küplüce’deki evinin bahçesinden arş ile deniz arasındaki dünyaya bakmayı o da isterdi. Çocukluğundan kopamayan musikişinas Asaf Hâlet’in şiirlerinde birçok kültürün yanı sıra kendi doğduğu coğrafyanın masallarını, efsanelerini, ezgilerini, tekerlemelerini görmek de mümkün. Zaten Freud, şairleri çocukluklarınca derinde bir yerde saplanıp kaldıkları için sever. Bir şiirinde alıntıladığı “zalim beni söyletme derunumda neler var” diyen şair “Girebilsen bu sinemde neler var / Gülüp oynadığım ele karşıdır” türküsüyle de hatırlanabilir, onu bugün de geçmişteki gibi unutturmak isteyenler olursa eğer, çünkü entelektüel kibri kadar zehirli bir başka zehir tatmadım ben de hiç. Fakat sonra yine bir gün ayakaltına alanlar bizi, birden omuzlayıp bir ulu kişi gibi göğertirse, işte “takdir-i ilahi” dedikleri de budur. Birçok şairin ölümünden sonra parıldadığı yer de orasıdır. Asaf Hâlet, âlemini değiştireli 67 yıl oldu. 67 yıl sonra bugün yine onun sesi birbirine karışan alkış ve kanat sesleri içinden sıyrılıp yükselmenin bir yolunu buldu. Demek ki ne imiş, yokluğun mührü ölüm, insanı ortadan kaldıran bir şey değilmiş. “Asaf Hâlet” deyince, birçokları başarısız intihar girişiminden sonra onu “Ah sefalet” diye ansalar da, ben hep Furuğ Ferruhzad’la birlikte anarım onu:
"Yoksul çocuklardan biri kara tahtaya
taş sözcüğünü yazar yazmaz
çevredeki bütün ağaçlardan
kuşlar uçuşur…”
Kâinatta insan için sonsuzluğun kalbinde bir yokluk yurdu vardır. Ölüm, diriyken tadılmamış sevgileri, itibarı, geldiğinde tattırandır. O yurdun içinde kalbi Asaf Hâlet Çelebi’nin sanki benim kendi kalbim gibi “Tık! Tık... Tık! Tık…” hâlâ atmaktadır… Onu zalimce eleştirenler arasında, evet, “aşkın tedavi edilemez bir hastalık” olduğunu iddia eden İzeddin Şadan da haklıdır, fakat yaşarken şairin ayağına atılmış her çelmeyi ben göğsümde bir yumruk gibi hissederim. Onu “Çelebi”, beni çevik kılan da sırtımızdaki bu hançer sesleridir. Her şeye karşı ve itirazlı çıkışlarıyla onu “gelenek” kafesinde çırpınır tarif edenlerin, onu bir türlü geleneğin devrimci şairi olarak ya da modern gelenekçi bir şair olarak kabullenemeyenlerin, o yıllarda sanırım Asaf Hâlet’in şiirlerindeki “geleneksel şiir” normlarına zaman zaman da karşı çıktığını görememelerinin tek sebebi de hafif bir muhafazakâr çizgide salınıyor olmasından ileri değildi. Oysa tek başına sadece “gelenek” nasıl kısır bir muamma idiyse, tek başına “modern” de o kadar kısır ve köhne bir şeydi, bugün de olduğu gibi. Belki de bu yüzden, taşa tutulanlarla taşlar arasında yaratılmış, o delinmez zırh baştan ayağa benim! Taşlarla, taşa tutulanlar arasında yahut iki ayrı dünya, “modern” ile “gelenek” arasında “berzah” yerde durmanın neden bir ödev olduğunu anlamayanların, incitmek için birbirlerini, sefere koşar gibi gard alanlar, bunu hatırlasınlar. Göz korkutacak kadar heybetli değiliz belki, ama can yakarız işledik mi tene, sadece bir tek kelime, varsın olsun bir “kıymık” kadarcık. İnceliği, üzerine basınca “hemen de kırılacak bir şey” zannedenler, inceliğimiz bizim mahir ellerden çıkmış bir kılıç kadar da yeri gelirse keskin bir şeydir. Bu yüzden, o yokluk yurdunun yarattığı şaire bazen “Cüneyd”, bazen “İbrahim”, sureti sizde aslı bende kalsın rindlerin rindi “Asaf Hâlet Çelebi” denir. Bakanlar ona beni, bakanlar artık bana onu görsünler diye, Cüneyd gibi…
“bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun?
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
bana sana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu”
“Cenaze töreni” dedim de, aklıma geldi; Selim İleri’nin ölümünde de duyduğum his bu olmuştu. Açık konuşacağım, cenaze törenine gelmesi gerekenlerin bir kısmının o gün orada olmayışı, törene katılanların bir kısmının da Türkan Şoray’ı görmeye gelmiş olması gibiydi. Ne yazık ki, hakikat bu... Buradan birkaç şey daha söylemek gerekirse eğer -bence gerekiyor-, henüz toprağa verilmeden hakkında nahoş açıklamalar yapan, yapılan bu açıklamaların cesaretle bağlantılı olduğunu vurgulayan bir yazar, 1954’te “İstanbul” dergisinde “Benim Gözümle Şiir Dâvâsı” başlıklı, kendi şiirini açıklamak üzere Asaf Hâlet’in yazdığı yazıya istinaden “Bay Asaf Hâlet Çelebi’yi sorarsanız, “İstanbul” dergisinde kendi şiirlerinin derin anlamını açıklamak, büyük değerini belirtmekle uğraşıyor. Ne yapsın, bu işi üstüne alan bir babayiğit çıkmadı, onu da kendi üzerine alıyor” diye alay ettiği, ama günlüğüne de “İstanbul” dergisinin temmuz sayısında Bay Asaf Hâlet Çelebi’nin ‘Saf Şiir’ adlı yazısı. Biraz karışık, karanlık, gene de çekici, düşündürücü” notunu düşen Nurullah Ataç’ı daha haysiyetli biri yapmıştı benim için. Çünkü diriler dirilerle çatışabilir, bir ölünün ardından konuşan ölümlülerin onlara dair ettikleri iyi-kötü sözlerin “Gez, göz, arpacık… Ateş! Ateş! Ateş!” cesur olmakla değil, ancak patavatsızlıkla, entelektüel kibriyle bir ilgisi olabilir. Eskilerin ölülerin ardından en azından daha adaplı olduğu o yaklaşımı bugün göremiyor olmak gerçekten de zul. Her kişinin değerini bir tahta kutuya koyup omuzlayınca anlarlar, benim o kadar vaktim yok. “Ölüm var diye her şeyi de sinemeye mi çekeceğiz?” Büsbütün akla sarılmakla onu büsbütün reddetmek ne demekse, bunun yanıtı da budur aslında.
Asaf Hâlet’in bütün heybetiyle bir pamuk tarlasına benzeyen sınırsız metaneti, sabrı, kırılsa da küsse de azalmayan hoşgörüsü de Mevlevi terbiyesiyle biçimlenmiş nezaket ölçüsünü gösterir. Nezaket, incelik, para etmediği gibi bugün artık başka değerlere de tekabül etmiyor. Bizim toplumumuz aydınından alaylısına, işçisinden, mürekkep yalamışına ince insandan, ötekinden oldum olası nefret eden bir toplumdu zaten. Asaf Hâlet, sesi gibi incecik ve duygudaşlık üstü bir samimiyetten yapılmış içtenliğe sahip bir şairdi. Bu onu zamanın ötesinde zamansız bir şair yapıyordu. Onun içinde dolaştığı zamana ayak uyduramayanların saatleri yalnız kendileri için çalışıyordu. Onu “tek başına” yapan da buydu. Ettiği sözlerle bir an bile olsun çelişmeyen kişiliğinin nasıl mayalandığınıysa “Mevlâna ve Mevlevilik” adlı incelemesinden kestirmek mümkün. Doğrusu Mevlevilerle (Abdulbaki Gölpınarlı’nın tanımlamasına göre), “bir kısım sufilerin “en yüksek makam” saydığı, bir tür gizli inanç sistemi”ne sahip olan Melamiler arasındaki farkın “secdeye baş koymak” olması gibi ortak noktaları da bir tek ilahın her şeyde tecelli ettiğine inanıp, “ehl-i sünnet çizgisi”nde salınmalarıdır. Huşu içinde bu salınış elbette bir savunmadır. Akılsız başlar, başsız gövdelerle kuşattığında bile şairi “elimin tersiyle okkalı bir sille” dememiştir. Yine de döneminin şairleri arasında karakola şikâyete en çok giden şair de o olmuştur, zaman zaman azılı bir komünistmiş gibi ihbar edilişleri hariç. Zira bir sosyalist değildiyse bile, ezilen halkın sömürülmesine karşı durmak için sosyalist olmak da gerekmezdi ki, Sabahattin Ali ile birkaç kez görüşmüş olmak dahi bu ihbar edilişlere kâfi gelmekteydi. Öyle ki, samimiyeti seven şair Sabahattin Ali’yi polisten kaçtığı günlerde evinde misafir etmiş biriydi.
Ve şiiri ve teknik… Şiirlerinde, Hint-Avrupa dil ailesinden ve Hint-İran koluna bağlı Antik Hindistan’ın en eski dillerinden de olan Sanskritçe, Farsça ve Mısırca dillerinden kelimeler ve tasavvufi terimler kullanması “soyut” ve “gizemli” bir üslupla hareket ediyor olmasının yanı sıra, dönemin edebiyatçıları ve sanat çevrelerince yadırganan, anlaşılmaz bir dil sahibi de yapmıştı onu... Taşa da tutsalar, fark edildi diye elbette Asaf Hâlet de ilgi çekmeyi seven bir şairdi. Milletvekili olma girişimi de biraz böyle bir hikâye.
1942’de yazdığı “He” ve 1953’de yazdığı “Om Mani Padme Hum” kitaplarının tamamı ve en bilinen şiirlerinden olan “Cüneyd”, “İbrahim”, Kunâla” gibi birçok şiirinde Budizm ve İslam’ın harmanlanmasıyla ortaya çıkan şiirleri bugün durup bir daha baktığımızda çağı en sağlam yerinden yakalamış, fakat “anlaşılmaz” bulunmuşlardı. Oysa şairin ne yapmağa çalıştığını kendisinden çok daha iyi bilmekteydiler. Mistik yaklaşımının onu “içe dönük” bir kimseye döndürdüğü kanaatlerine katılmam bu nedenle, zira “Son Osmanlı şairi” olarak nitelenmesine de katılmadığım gibi. İnsan süreçlerin, devirlerin yarattığı bir kimse olabileceği gibi o süreçleri, o devirleri kendi anlamlandırdığı gibi de var olabilir. Asaf Hâlet böyle bir şairdi. Modern, aşırı modern bir hale içinde gerilip kaskatı kesilenlerin hışımla çıkıp çarptığı kapıların yeniden ve hep şefkatle açıldığı yer her şeye rağmen yine de gelenek kapısıydı. Gelenek, baba evi, ana kucağı gibidir. Hakeza muhakkak ki, bin yıllar sonra bile yine en çok konuşulacak dönemler Divan Edebiyatı, Cumhuriyet sonrası ve seksenlere kadar olan dönem olacaktır, 2000’ler ya da “şimdiki zaman” değil. Hem modern hem gelenekçi de olunabilir aynı zamanda, Asaf Hâlet de Şeyh Galip gibi buna iyi bir örnek. “Az önce”si dahi geçmişe dâhil olduğundan geleneğin daima bir parçasıdır. Buna itiraz etmek, karşı koymak, yok saymak bunu, insanın eninde sonunda altına gömüleceği mezar taşlarını tekmeleyip yıkmasından başka bir şey değil. Küçük bir anekdot sadece: insanın akıbeti, istikbalidir de. Teknik lakırdı, dil üzerine olduğu kadar medeniyet üzerine de kafa yoran, bu yoğrulmanın içinden bir şeyleri ayıklayıp ortaya koyan şairlerin şiirleri için yapılabilir. “Divan Şiirinde İstanbul”un da yazarı olan Asaf Hâlet, tekniğinden üslubuna üzerine konuşabilecek şairlerden biri, her iki dünyayı da görmüş, ruh-i mücerret benliği de buna dâhil. Şairin şiiri şahsiyetinin de bir özetidir, çocukluğunun harman olduğu şehri de yazmayı ihmal etmediği için. Şair, şiirinde şiarını tutturan kişidir, bu şiar ideoloji değil, inançlı bir şeyse, o şiir, üzerine konuşulabilir bir şiirdir. Öyle değil mi? Pek tabii, bittabi, öyle!
Asaf Hâlet ideolojileri reddetmiş bir şair olduğu için “inanma biçimi önemli” bir şair. Dinler tarihi ve mitolojiye olan ilgisi onu “kaçan bir şairden”den çok “arayan bir şair” yapmıştı. Bulduğu imgelerle inşasına kalkıştığı her şey de onun inancının bir parçasıydı. Bu arayış, onu birçok kültürün misafiri yapsa da, bir arınma sürecinden de geçirmişti. Ömrünce yaşadığı ekonomik buhran onu yazma eyleminden koparamadığı gibi hem yazı hem de hayat çizgisi boyunca da insani bir derinliğe yerleştirmişti. “Refik Hâlid’e göre, nesli tükenmiş bir derviş olan şair, ‘eski dervişler gibi kendisine azap çektirmenin, yıkık bir dam altında burulmanın, bir lokma, bir hırka yaşamanın zevkine varmıştı. Refah ve servet dilinde, aza kanaat ve az ile kifâf-ı nefs gönlündey’di.” Bu, doğrusu, suya gömülse de her şeyin batıp kaybolmayacağının da gerçek tarifiydi. Birçok fotoğrafında sigarası daima hep elinde olan Asaf Hâlet’e bakınca, insanın dünyaya “yorulmak, yoğrulmak” için geldiğini anlarız. İnsan, uyuyup uyanınca da yorgun zaten… Biz kalbi kırıkların uykusu rüyalarda düştüğümüz dipsiz kuyulara benzer çünkü. Uyanırsınız uykudan, sonra işte yine bir kuyudasınız. Şairin, “nigâr-ı çîn / bin bir aynada oynar / ayna ayna içindedir” dediği gibi hayat, kuyu içinde kuyu, rüya içinde rüyadır… Hep bir hayal âleminde tasavvur edilen şairi “şair” yapan rüyalarında, şiirlerine katıştırdığı masallarda, efsanelerde dahi aklı başında olmasıdır aslında. Çünkü şair, benim tahayyül ettiğim şair, uyanık dolaşırken düşünür, uykuya düşerken düşünür, uykusunda dahi düşünür, uyanır da yine düşündüklerini neden düşündüğünü de düşünür. Ölümünden hemen sonra (ikinci eşi Nermin Hanım’dan doğma) hayatını kaybeden oğlu Ömer için yazdığı “Ömer Çocuk” adlı şiiri de belki geleceği gördüğü rüyalardan birinin ürünüydü.
Asaf Hâlet Çelebi, oğlu Ömer ve eşi Nermin Hanım
Şiir, şairin içinde bir âlemin ayyuka çıkmasıdır ki, bu âlemi görmeden söze çullananlar elbette ne kadar “eleştirmen” ne kadar “entelektüel?” Onun şiirlerinin arka planında ve merkezinde pek az insanın sahip olabileceği kültürel birikimin yanında pek az insanın sahip olabildiği bir sezme kabiliyeti de vardı. Bu birikim ve sezgisel kabiliyet onun iç sesinin yarattığı kudreti Doğu dinleri ve mitolojileri üzerindeki hâkimiyetiyle daha da kuvvetli bir hale getirmişti. Yaşadığı dönemin Batı’ya daha dönük olduğu için Doğu’yu daha sönük kabul etmiş yazarçizerleri içinse, Asaf Hâlet’in bütün bu birikimi ve kabiliyeti silik bir izleğin tesirsiz akıntısından başka da bir şey değildi. Onun belki de bu kadar çok azımsanmasının nedeni bütün dünyanın Orta Doğu’su ve Orta Doğu’nun da Anadolu’su olarak kalacak bu coğrafyanın özünden, ne kadar yenilikçi bir şair olsa da kopamayışıydı. Bugün dahi “Eski Türkçe”den, eski şiirden söz ettiğimde “Hani fesin nerde?” diyenlerle karşılaşıyorum. Batılı şarkiyatçıların bizden daha çok okuduğu o eski metinleri doğrudan kaynağından okumanın neden yaftalanmaya müsait bir duruma soktuğunu bizi, anlamıyorum. Fakat fesi değil, ama bela gibi püsküllü her şeyi de çok seviyorum. Oysa Asaf Hâlet’in şiiri, bugün birçok edebî görüş gibi “çoklu inanma” biçimlerinin de kendi dönemindeki “ilk biçimiydi” diyebileceğimiz bir çizgideydi. Garip akımından bağımsız bir garip şairdi. Ezoterik, mistik ve kültürlerarası bir dil kullanan şair, elbette biraz da bu yüzden yaşadığı günlerde anlaşılması güç olduğu kadar alaya alınması da en kolay şairler arasında yer alıyordu. “Deli” diye adını çıkarmak için onunla yan yana gelip “ o kadar da deli değilmiş” diyenlerin aksine, keşke görse ve bilseydi, onu yalnızca şiirlerine hançer sesleri karışmış bir şair olduğu için, kitaplarını resimleyen, yolda görse ondan selamlarını esirgemeyen arkadaşları gibi, çok sevdiğimi.