Eğer soru alabildiğine yalın ve damdan düşercesine yöneltilmeseydi bu yazıyı yazmak aklımın ucundan bile geçmezdi.
Balık, futbol, fırtınanın geleceği önceden nasıl anlaşılır, her biri farklı yanıp sönen deniz fenerlerinin dili nasıl “okunmalı”, ızmaritin tulumu nasıl çıkarılır, algarna ile trol arasında ne fark var, belediyenin borcu kaç para gibi hemen her daldan keyifli sohbetler kaynattığım bir arkadaşım pattadanak sordu:
- Abi yav, sen hangi partiyi tutuyorsun?
Önce “Acep bu kopuk benim solculuğumun derecesini mi test ediyor” diye düşünüp soruyu soruyla karşılamayı yeğledim:
- Peki sen hangi partiyi tutuyorsun?
Duraksamadı:
- Hiçbirini. Allah seni inandırsın, tutmak istiyorum ama tutacak tek bir parti göremiyorum... Peki sen ?
Doğruya doğru; onun cevabını kelimesi kelimesini yineleyebilirdim ve zaten öyle yaptım...
Olanca yalansızlığı ile sohbeti noktaladı:
- Kötü be abi... Çok kötü di mi ?
* * *
Sahiden çok mu kötü?
Aynı soruyu kendinize, yakın çevrenize, uzak çevrenize, hatta pek tanımasanız bile sizi terslemeyeceğine emin olduğunuz herhangi bir yurttaşa yöneltin. Alacağınız cevapların sizce ne kadarı benim ve bıçkın balıkçı arkadaşımın cevabından farklı olur ?
2009 Haziran’ı itibariyle Türkiye'de tamı tamına 61 siyasi parti var. Hepsi de yasal olarak kurulmuş, gücü yeterse seçime katılabilecek, tüzüğü programı onaylanmış tam 61 parti...
Gel gör ki 61 partili Türkiye siyaset meydanında inanılması güç bir boşluk var. Yurttaşların büyücek, ama sahiden büyücek, “Bu ne biçim demokrasi” dedirtecek kadar büyücek bir kesimi kendini siyasal olarak temsil edebilecek bir partiden –adeta- yoksunlar...
* * *
Yazının başlığı gibi, nasıl yumurtasız omlet olmazsa partisiz yurttaş da olmaz. Olmamalı. “Partisiz” derken ille de üye olunacak, militanı kesilip mitinglerde, toplantılarda görev üstlenilecek bir parti bile demiyorum. İçi rahat olarak destekleyeceği, oy vereceği, başkalarını oy vermeye teşvik edeceği, “Bu benim sorunlarımı çözebilir” diyeceği, üstünde kuşku bulutları dolanmayan, eleştirilen yanlarının düzelebileceği umudu aşılayan bir partiden söz ediyorum...
Bunu, işin kolayına kaçıp, 12 Eylül faşizminin yarattığı çölde yurttaşların siyasetten kaçmaları, siyasetle ilgilerini koparmaları gerçeğiyle açıklayamayız. Bunun etkisi vardır, ama etkenlerden biridir ve başat etken filan da değildir.
Keza, küreselleşmenin altüst ettiği dünyada kartların yeniden karıldığından dem vurarak; geleneksel parti modellerinin artık ihtiyaçlara cevap veremez hale geldiğinin altını çizerek; yeni oluşumların ise henüz doğmadığını söyleyerek; sorunun evrenselliğini vurgulayarak da açıklayamayız. Bu da bir etkendir ama etkenlerden sadece biridir ve başat filan da değildir.
Peki başat olan, belirleyici olan etken ne ?
Bir siyaset bilimci değilim. Bilimsel derinliği ve değeri olan analizler benim çapımı aşar. Ama mesleğimdeki kıdemime ve bu “kıdem”in ağırlıklı bölümünün Türkiye siyasetini izlemekte geçtiğine dayanarak bir yargı üretebilirim:
Türkiye değişiyor. Tarihinde olmadığı kadar keskin, dünyadaki değişimden etkilenerek ama bununla sınırlı olmayan çok keskin bir değişim sürecinin tam da göbeğindeyiz. Cumhuriyet’in kuruluşundan, belki taaa Tanzimat Fermanı'ndan bu yana yüzleşilmesi, çözülmesi, çözümlenmesi ertelenmiş siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik sorunlar artık patlama noktasına geldi ve bu çetrefil sorunlar demeti Türkiye’yi değişime zorluyorlar. Çözülmezlerse bu ülkenin bugüne kadar yürüdüğü gibi yürüyemeyeceği bir doygunluğa ulaştılar.
Bütün alâmetler belirdi...
Kürt sorununa, Ermeni sorununa, Kıbrıs sorununa, eğitim sorununa, AB sorununa bir de bu gözle bakınca harikulade bir değişimin göbeğinde yaşıyor olmak hiç de hayıflanacak bir durum değil.
Tersine heyecan verici ve yurttaşı öyle tribünde oturup çekirdek çıtlatarak maç seyreder gibi siyasete bakamayacağı, omletin yumurtasını birilerinin değil kendisinin bulup getirmek zorunda olduğunu söyleyen günler...
Bence keyifli...