İtiraf ediyorum: Ta başından beri Ergenekon sanıklarıyla ilgili haberleri okudukça kıskanıyor, kıskançlıktan tırnaklarımı kemiriyordum.
Adamlar gözaltına alınıyor bir medya ordusu o anı izliyor. Polis arabasına bindirilirken bir görevli başları çarpmasın diye kafayı aşağıya indiriyor, ertesi gün gazetelerde bunun insan haklarına aykırı, sanığı aşağılamaya yönelik bir ayıp olduğuna ilişkin ağır, ince yorumlar okuyoruz.
Bu satırların yazarı eli telsizli, üç günlük sakallı, suratının rabbiyesini kalmamış bir takım adamların insanları ite kaka, sille tokat polis arabasına bindirip, içeride arka koltuğun önüne yatırıp, üstüne ayakları ile basıp, bir de cigara yakıp,. Ellerindeki telsizle “Merkez, malum şahıs alındı, malum yere intikal ediyoruz” diye bilgi vermelerine alışkındır.
O yüzden kıskanıyordum.
Adamlar polis sorgusuna alınmadan önce sağlık kontrolüne götürülüyor ondan sonra sorguya alınıyor. Hani içeride işkence görüp görmediği, “Sağlam girdi, aşırı ölçüde hırpalanmış, sakatlanmış çıktı” olursa kanıtlanabilsin diye. Bütün gazete haberlerinde bu mutlaka belirtiliyor.
Oysa ben daha polis arabasına bindirildiğinde kan kusmaya başlamış sanıkların, polis merkezinde konduğu DAL grubu hücrelerinde bir soluklanmaya fırsat bulamadan “Hadi bakalım ameliyathaneye gidiyoruz” diye alınıp, gözleri bağlanıp en alt kattaki sidik ve kan kokan ıslak bölüme buyur edilmesine; orada kaba falakadan başlayıp, cinsel organına elektrik bağlanmasına kadar uzanan sorgu seansına başlandığında ve “Dur lan hemen bağırmaya başlama. Bu daha hoşgeldin faslı. Seninle burada daha çok buluşacağız. Hadi öt bakalım” denmesine alışmışım.
O yüzden kıskanıyordum.
Adamlar polis merkezinde sorgu sırasını beklerken kondukları odacıkların soğuk, yemeklerin tatsız, battaniyelerin ince olduğundan yakınıyorlar; medyamız bunu haberleştirip bizlere duyuruyor.
Oysa ben 12 Mart karanlığında Sansaryan Han’ın ancak ayakta durulabilecek kadar dar “tabutluklar”ında; 12 Eylül karabasanında DAL grubunun, Sansaryan Han’ın “tabutluk”larını dört yıldızlı otel sayabileceğimiz “misafirhaneleri”nde kışın dondurucu ayazında don gömlek beton üstünde haftalarca yatırılmasına, ısınabilmek için birbirine sokulan, sarılan sanıkların tekme tokat birbirlerinden uzaklaştırılmasına alışmışım.
O yüzden kıskanıyordum...
Ergenekon’un sorgudan çıkan sanıklarının hemen hepsi ağızbirliği etmişcesine sorgucu polislerin kendilerine karşı nazik ve sabırlı davrandıklarını vurguladılar. İlaç için biri çıkıp da “Bana psikolojik baskı yapıldı. İstedikleri ifadeyi vermemde ısrar edildi” demedi.
Oysa ben tanımlanması güç işkence seanslarının (bu günler değil haftalar, bazıları için aylar demektir) ardından bedeni acımasızca tahrip edilmiş, düzelmemecesine sakatlanmış, aşağılanmış, direncinin son damlaları da tükenmiş sanıkların önüne sorgucu polisin uzattığı, berbat bir Türkçe ve kendilerinin bile inanmakta zorlanacakları yalanlarla donanmış ifade tutanaklarının konmasına ve imzalamakta çekingen davrananlara “Yani yeniden aşağıya ameliyathaneye mi dönmek istiyorsun” denmesine alışmışım.
O yüzden kıskanıyordum.
Adamlar tutuklandıktan sonra kondukları Silivri hapishanesinde suların ılık aktığından, sıcak su olmadığı için yıkanamadıklarından yakınıyorlar. Medya bunu haber yapıyor ve biz de duyuyoruz.
Oysa ben -mesela- Davutpaşa Kışlasının hapishaneye dönüştürülmüş koğuşlarında Ocak ayı ortasında pencere camlarının kasten kırılmasına; yerdeki yarım karış su birikintisini emmiş ot yatakların, betona serilip “Hadi zıbarın kansızlar” denmesine ve günde 0, 125 litre, yani bir bardak su hakkı tanınıp, “İster içersiniz, ister kıçınızı silersiniz” denmesine alışmışım.
O yüzden kıskanıyordum.
Başta emekli paşalar, sanıkların hapishanedeki sağlık durumları düzenli raporlar halinde kamuoyuna yansıyor. Sağlık durumu hapishane koşullarına uygun olmayanlar apar topar hastaneye kaldırılıyorlar. Kimileri GATA’ya gönderilmelerine kafayı takıp bazı münasebetsiz yorumlar yapıyor ama ben konunun o yönünü önemsemiyorum. Önemli olan hasta olanların hastaneye (Cezaevi revirine filan değil, tam teşekküllü hastanelere) kaldırılmalarıdır.
Çünkü ben mutlak bir sessizlik duvarının ardında, uğradıkları insanlık dışı uygulamaları duyurabilmek için çıplak bedenlerini mermi yapıp namluya süren gencecik insanların yattıkları ölüm oruçlarının sonuna doğru beynin tahrip olması anlamına gelen o geri dönüşsüz “Korsakow sendromu”na yakalananlara “İtirafçı olursan seni hastaneye sevkederiz, yoksa ölüyorsun” şantajının insafsızca, hunharca ve yığınsal olarak uygulanmasına alışmışım,.
O yüzden kısanıyordum.
* * *
İşte böyle kıskanır, kıskançlıktan tırnaklarımı kemirirken dünkü bir gelişme kıskançlığımın üstüne tüy dikti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu üyeleri Ergenekon sanıklarının yaşam koşullarını yerinde denetlemek üzere Silivri Hapishanesi’ne geldiler. Ardından bir basın açıklaması yapıp, bunun Ergenekon sanıkları ile iilgisi olmadığını, hapishanelerdeki yaşam koşullarının insanca olmasını sağlamanın görevleri olduğunu belirttiler...
İşte o an o ilkel kıskançlık takıntımı bıraktım.
Belleğimin derinliklerinde hep yaşayan, benim yakışıklı “kirvem”le, Diyarbakır hapishanesindeki cellatların cezaevi hamamında boğarak yok ettikleri Necmettin Karakaya ile; gözlerinin içindeki kederli gülüşüyle ve ensesine sıkılan mermiyle beni bu dünyada bırakıp giden Batmanlı Habip Kılınç ile gözgöze geldim.
Sonra “Türkiye nereden nereye geldi” diye düşündüm.
Sonra “Ne pahasına, ne acılar, ne ölümler, ne yiğit dirençler ve direnişler pahasına kazanıldı bunlar” diye düşündüm. Kimine tutuklu olarak katıldığım, kimilerine gazeteci olarak tanıklık ettiğim o direnişlerde bu ülkenin en iyi evlatlarının nasıl yok edildiklerini, nasıl sakat bırakıldıklarını bir kez daha hatırladım...
Gözlerim doldu. Bilgisayar ekranını da, klavyesini de iyi seçemez oldum. Tırmık’ı tam burada bitirdim...