En son ne zaman ıslandınız?
Hayır, bir yere giderken yağmura tutulup, kaçamayıp, az buçuk ıslanmak değil; bilerek isteyerek, kendini gökten yağan bereketin kollarına gönüllü bırakarak; "Amaaaan, madem ıslanıyorum, bari tam olsun. Nasıl olsa eve gidince soyunur, dökünür, kurulanırım" sığıncalarını filan hesaplamadan. Kendinizi yağmura itirazsız teslim ederek en son ne zaman ıslandınız?
Ben dün.
Dün Ada’ya yağmur indi ve ben doyasıya ıslandım...
Önceden hesaplamadan üstelik.
Köye gazete almaya gitmiştim. Döndüm, park ederken sağanak indi. Alışkanlıkla acele etmeye başladım. Bagajdaki şemsiyeyi almaya davrandım. Bagaj kilitliydi. Kendi kendime söylenip, anahtarı kilide uydurmaya çabalarken...
... Durdum.
Yazının başında size sorduğumu, kendime sordum: Ben en son ne zaman ıslandım? Şöyle doyasıya, kendini keyifle sağanağa bırakmacasına en son ne zaman ıslandım ben?
Yanıtı anımsayamayacağım kadar çok olmuş.
Adeta utandım.
Yazın bastıran sağanaklarda, annesinden izin alıp doyasıya ıslanan; güzün yakalandığı yağmurlarda, annesinden azar işitmeyi göze alıp, "N'apayım, bisikletle bağ yolunda yağmura yakalandım. Altına girecek bir dam bulamadım. Hem sen bana ağaç altına girme yıldırım düşer demedin miydi? Islandım işte..." gibisinden masum yalanlarla paçayı kurtaran, ama doğayla ve ille de yağmurla her zaman çok barışık o Ege çocuğundan bugüne kalana bak!
Yazık! Beton barınaklarda, otomobil denen metal kutuların içinde yaşaya yaşaya yağmuru, yağmurda ıslanmayı unutmuş.
Arabanın kapılarını itip vurdum Ada’nın yollarına. Öyle asfalttan değil, kıyıya indim, Topraktan, keçiyolundan yürüdüm... Kirpiklerimden süzülen suları dilimle tattım. Gömleğim sırtıma yapıştı. Hemen oluşuveren küçük yağmur göletçiklerine inadına basan küçük çocuklardan farksız, bile isteye dalıp, pabuçları sırılsıklam edip bileklerime kadar ıslattım kendimi.
Ada’nın yamaçlarından yalnız güz yağmurlarına özgü o ıslanmış toprak ve yaprak kokusu yükseldi.
Bıraksalar ağlayacağım. Kederden ve sevinçten...
Üstelik biri görüp, "Niye ağlıyorsun" dese, yanıtım yok. "Yağmur yağıyor ya... Ben de ıslanıyorum ya... Ben katıksız Ege çocuğuyum ya... Ege'de yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçer ya... Yaz ortasında, güz başında birden bastırıveren sağanakları da vardır ya... O yüzden ağlıyorum" desem, "Deli mi bu adam" deyip alay edecekler. Bereket sağanak altında köye giden patikada benden başka kimse yok. Ne güzel!..
Kabukları yeşilden kızıla dönüşmüş narların üstünde yağmur damlaları... Artık yumruk büyüklüğüne erişmiş ayvaların "hav"ını ıslatmış yağmur damlaları... Köyün sokaklarında, saçak altlarına sığınmış, yazlıkçılardan kalma, hâlâ ve şimdilik bakımlı kediler ve kedi yavruları. Yavrular daha birkaç haftalık. Besbelli bu "ilk yağmurları." Küçücük kafalarını yukarı kaldırıp, şaşkın, koca gözleriyle yağmuru tanıyorlar. Oraya sığınana kadar epey yağmur yemişler. Anne kedilerde bir telaş, bir telaş. Ha bire yalayıp, bebek kurutuyorlar.
Yağmur başladığı gibi kesildi.
Hımmmm!.. Güz ayında yaz yağmuru bu.
Güneş açtı. Şimdi Ada’nın yamaçlarından buğular yükseliyor. Benden de. Gömleğimden, pabuçlarımdan, paçalarımdan, olmayan saçlarımdan...
Az önce neredeyse secdeye durup yere yapışan çimenler, ayrık otları, kanyaşılar, o inatçı sirkenler, pampullar, zılcan dikenleri, gülbahriler. hatmiler, adaçayları ve kekikler hemen doğruldular. Yağmur içmişlerdi, şimdi güneşte geriniyorlar...
Ada’ya güz başında yaz yağmuru indi.
Yamaçlardan ıslak toprak ve yaprak kokusu yükseliyor.
“Bıldırcın geçişi” fırtınasındayız ya, denizin üstü köpüğe kesmiş.
Ben de bir sevinç, bir yürek genişliği, bir iç ısınması...
* * *
Bu yazı da "acep içimi dolduran sevinci okurlarla paylaşmayı becerebilir miyim" merakı ile yazıldı.
Kimbilir belki becermişimdir...