Aydın Engin

10 Şubat 2010

Venceremos ! Biz Kazanacağız !..

Sabah uyandım. “İnsanın kendi evinde uyuması ve orada uyanması ne hoş bir duygu” gibi derin felsefi düşüncelerle doğruldum...

- Saat kaç ?
- On buçuk.
- Tamam da öğleden önce mi, gece mi ?.. Dur söyleme... Ben biraz daha uyuyayım. Uyanınca söylersin... Hem bugün ne ? Ayrıca kışta mıyız, yazda mı ? Ha, bir de önceki gece havaalanından eve gelirken havada uçuşan o beyaz pamuk tanelerine benzeyen soğuk şeyler neydi?.. Peki anladım. Son soru: Niye üşüyorum ben?
*    *    *
Yukarıda okuduklarını “Bu saçmalıklar da ne böyle” diye karşılayanlar besbelli Tırmık’ın sürekli okurları değil.
Onlara açıklayayım: Ben iki haftadır dünyanın başka bir yerlerinde, öteki tarafında idim. Uzun süre ekvatora bir cigara içimi uzaktaydım. Orada sıcakla ya mücadele ediliyor ya keyfi çıkarılıyor. Yerli dillerinde de “Hava soğuk, üşüyorum” gibi bir cümle kurulamıyor; çünkü dağarcıklarında üşümek kelimesi yok... Üstelik Ekvatorun  altındaydım. Yani yazın ortasında. Üstelik “Madrid 2 saat, Rio 4 saat geri, Buenos Aires de öyle” derken “Peru 7 saat geri”ye kadar geldim. İç saatım altüst oldu.
Örneğin ben pazar sabahı And dağlarının tepelerindeki İnka başkenti Cusco’dan Pasifik kıyısındaki başkent Lima’ya uçmak üzere apronda ilerlerken siz akşam yemeğine oturmuştunuz.
Ben pazartesi akşamüstü Madrid’e indiğimde siz geceyarısını geride bırakmış mışıl mışıl uyuyordunuz ve günlerden salıydı.Yani gün, saat, ay, yıl, mevsim birbirine karışmıştı ve tabii kafam da karışmıştı. O yüzden yazının girişindeki saçmalık çok doğal...
O “saçmalık”ın Tırmık’ın devamlı okurları için anlamı ise pek yalın:
­- Hoşbulduk!..
*    *    *
Sabah uyandım. “İnsanın kendi evinde uyuması ve orada uyanması ne hoş bir duygu” gibi derin felsefi düşüncelerle doğruldum. Saata baktım 16.20. İyi. Oldum bittim sabah erken uyanmayı severim...
Üstelik bugün izinliyim. Tırmık yazmam gerekmiyor. Birikmiş gazeteleri önüme serdim. “Ben yokken memlekete bir şey olmuş mu, yokluğumu fırsat bilenler bir haltlar karıştırmış mı” sorusuna yanıt arayarak sayfadan sayfaya, gazeteden gazeteye geçtim. Belli başlı haberleri süzdüm; gündeme damgasını vuran (ne demekse artık) haberleri ayrıntılı okudum...
Anladığım kadarıyla kravatlı mollaların bir milletvekili yağcılık yarışında rekor denemesi yapmış; Tayyip Erdoğan’ı peygambere benzetmiş. kıdemli ülkücü tosunlardan, eski sağlıkr bakanı MHP’li Durmuş buna karşı kürsüde naralanmış; Kasımpaşalı arkadaş da daha yüksek perdeden naralanmış; meclisin o oturumuna başkanlık eden Güldal Mumcu hepsini susturmuş;  Arınç da onu susturmaya kalkışmış...
Sonracığıma Emine Erdoğan’a başı bağlı olduğu için GATA’da hasta ziyaretine izin vermemişler. Genel Kurmay Başkanı bunu hoş bulmamış ama GATA nizamiyesindeki askerelere de emir verip “Bir daha yapmayın, fena yaparım” filan dememiş. Emine Erdoğan’ın eşi Tayyip Bey de olup biteni hiç hoş karşılamamış. Herhalde duruma el koyması için en yetkili kişi olan Başbakan’a dilekçe verecek ve bu durumun tekrarlanmamasını isteyecek...
Boş boş oturup avantadan maaş alan o lanet olası Tekel işçileri de hâlâ direnmekten vazgeçmemişler ve üstelik kendilerini kullanmak isteyen CHP ve MHP’li siyaset bezirganlarına da dirsek gösterip öteki emekçilerin harekete geçmesini sağlamışlar. “İşçi sınıfı öldü. Artık üretimi robotlar yapıyor” diyen 28. yüzyılın gazeteci yazarlarını üzmüşler...
Falan filan...
Yani cennet vatanımda yokluğumda hemen hiç bir şey değişmemiş...
Değişmediği için de ağzımın tadı kaçtı; içimi sıkıntı bastı. Fıkır fıkır hareket eden, fokur fokur kaynayan Güney Amerika’dan sonra  “Yalnız ve güzel” ülkem içimi kararttı...
Diyecekken...
İçimde çiçekler açtı, kelebekler uçuştu, yüreğim kabardı, gözlerim yaşardı.
Milliyet’in birinci sayfasındaki o muhteşem fotoğrafa baktım. Öteki gazetelerde o haberi okudum.
Beşiktaş’ta Rakel Dink kardeşimin,  yanında saf tutanlarla elele tutuştum. “Allah kahretsin, ne vardı bilmem nerelere geziye gidecek? Orada, Beşiktaş’ta olmalıydın sen Aydın efendi” diye kendimi azarladım. Orada olmadığım için utandım.
Fotoğrafa baktım; bir daha baktım, bir daha baktım...
Doğan Öz’ün karısı Sezen Öz kızını da almış yamacına oradaydı...
Cavit Tütengil öğretmenimizin kızı Deniz Tütengil oradaydı.
Metin Altıok’un  akıllı ve inatçı kızı Zeynep oradaydı.
Metin Göktepe’nin anacığı yaşlandı, nöbeti abla Meryem almış. Oradaydı.
Bir dönem çoğumuzun “başkan”ı Kemal Türkler’in kızı Nilgün oradaydı.
Onat Kutlar’la birlikte yitirdiğimiz Yasemin Cebenoyan’ın  kardeşi Cüneyt oradaydı.
Uğur’un oğlu, “yakışıklı, iyi -yazı- süvarisi” Özgür Mumcu oradaydı.
Ustalarımın en iyisi Abdi Bey’in sakin ve inatçı kızı Nükhet İpekçi oradaydı.
Arkadaşlarım, ağabeylerim ve kardeşlerim oradaydı. Rakel’in,  Delal’ın, Sera’nın, Arat’ın yamacında kolkola girmişler; yanında saf tutmuşlar; hep birlite “Dink ailesi” olmuşlar. Devletin derinliklerinde yuvalanmış sansar, akbaba, leş kargası sürüsüne karşı bir “derin aile” kurmuşlar...
O gün orada olmadığım için kendime sövüp saydım.
Bilendim. Kıvandım...
“Ey leş kargaları, ey sansar ve akbaba sürüleri; ey devlet destekli katiller ve suç ortakları yenildiniz...” diye  fısıltıyla kükredim...
­Güney Amerika’dan yeni döndüm...
Ora diliyle  söyleyeceğim:
- Venceremos !... biz kazanacağız !..