Dershanelerin ve onlar halledildikten sonra sıranın geleceğini sandığım ışık evlerinin, etüt merkezlerinin ve öğrenci yurtlarının Cemaat için neden yaşamsal önem taşıdığını kendimce ve sınırlı bilgilerimle açıklamaya çalışıyorum.
Dün kaldığımız yerden sürdürelim.
Yine bir anı:
Cumhuriyet’teydim. Cemaat’tan Moskova ve Petersburg’u kapsayan,oradaki cemaat okullarını da ziyaret edeceğimiz üç dört günlük bir gezi daveti geldi.
Duvar yıkıldıktan, Sovyetler Birliği çöküp Rusya kapitalizme döndükten sonra “1917 Ekim Devrimi”nin iki başkentine yolum düşmemiş, pek sevdiğim o iki kenti görmemiştim. Üstelik gezi 18 Haziran’da başlayıp, 22 Haziran’da bitiyordu. Yani Baltık kıyılarında o büyüleyici “beyaz geceler”in yaşanacağı günlere…
İlhan Selçuk’a çıktım. Daveti anlattım.
- Git oğlum, dedi, git tabii. Hocaefendinin mekteplerini boş ver; sen nasıl olsa Cumhuriyet okurunu ilgilendirecek bir şeyler bulur, yazarsın. Bir de döndüğünde bana Kremlin’in dört kulesinin üstündeki o yakuttan yapılmış kızıl yıldızların geceleri hâlâ yanıp yanmadığını da anlat.
Yani izin çıktı. Ben de “Tamam ben de geliyorum” dedim.
Hürriyet’ten, Milliyet’ten, Birikim’den, Sabah’tan 7-8 kişilik“kızlı erkekli” bir gazeteci grubuyla birlikte gittik.
Bir gece Moskova’daki, bir gece de Leningr… (Hay Allah, benim dilim o güzelim kente Petrograd demeye alışamayacak anlaşılan ve benim için o hep Leningrad kalacak. Neyse…) Petersburg’daki “Cemaat okullarına” akşam yemeğinde konuk olduk.
Öğrenciler –herhalde bizim için- minik gösteriler hazırlamışlardı. Moskova’da görünüşüyle (uzun boy, sarı saç, mavi göz), hapse düşmüş babası ve çaresiz anasıyla safkan Slav bir küçük oğlanın İstiklal marşını ezbere okuması; Leningr… (Tamam, tamam!) Petersburg’daki küçük Rus kızının “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını Türkçe okuması beni etkilemedi. Dahası gülünç geldi.
Ama okullardaki öğretmenler beni ilgilendirdi.
ODTÜ matematik bölümünü dört yıl yerine üç yılda bitiren (Bu mümkün mü bilemem, ama o öyle anlattı) yüzü sivilceli, konuşurken ha bire Ziya Gökalp’tan, Mehmet Emin Yurdakul’dan, Behçet Kemal’dan dizeler, dörtlükler okuyan, yüzü sevimli, sohbeti tatsız delikanlı; sadece gündüz değil, geceleri de okulda kalıp çocuklarla (Rus çocuklarıyla) ilgilenen karı koca öğretmenler; Petersburg’da “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını söyleyen küçük Rus kızını (kimbilir kaçıncı defa) dinlerken gözyaşlarını tutmayan (tutamayan) Beyşehirli öğretmen…
Misyonerlerdi. Türk-İslam misyonerleri. İnanmış ve kendilerini adamış misyonerler. Eski Kudüs’te, Ağlama Duvarının bitişiğindeki kilisedeki Etyopyalı karaderili rahibelerden, yağmur ormanlarının göbeğindeki, Brezilya’nın yapay başkenti Brazil’de yoksul zenci semtinde katolikliğe karşı (Evet karşı) çabalayan protestan misyonerlerden hemen hemen hiç farkları yoktu. İlle bir fark aranacaksa, Cemaat’ın misyonerlerinde dinin yanına Türklük de önemli bir ağırlık taşıyordu.
* * *
Anılardan gidiyoruz, devam edelim.
Bu kez kara Afrika’nın derinliklerindeki Uganda’daki Cemaat okullarını ziyaret için bir teklif aldım. İlhan abi aramızdan ayrılmıştı. İzni kendim kendime verdim. Benim gibi çulsuzun teki nereden para bulur da Ekvator’a bir cigara içimi uzaklıkta, maceralar çağrıştıran Viktoria gölü kıyısındaki Kampala’ya gidebilir ki…
İnanalmayacak kadar yoksul Uganda’da Cemaat’ın her biri kentin bir başka köşesindeki anaokulunu, ilkokulunu ve lisesini gezip gördük.
Orada da öğrenciler beni pek ilgilendirmedi. Hele lisede zeybek kıyafetleri kuşanmış karaderili delikanlıların “harmandalı” oynamaları biraz güldürdü, epey de içimi acıttı. Hele kırık dökük Türkçesiyle Mehmet Akif’ten bir şiir okumaya kalkan ama beceremeyen, Ruanda soykırımından canını kurtarmış, Uganda’ya sağınmış ve Cemaat lisesinde iyi eğitim, sıcak yemek, temiz yatak bulmuş karaderili delikanlının kaderi iyice iç burkucuydu.
Evet, öğrenciler beni fazla ilgilendirmedi, ama öğretmenler çok ilgilendirdi. Rize’den, Batman’dan, Balıkesir’den gelmiş, hepsi Cemaat’ın ışık evlerinden, yurtlarından, dershanelerinden geçmiş gencecik erkeklerdi (Kadın yoktu). Onlar da misyonerdiler. Uganda’da Türklüğe ve İslama dostlar, yandaşlar kazanmak misyonuyla donanmış, bunu kaba yapmamaya özen gösteren genç erkekler.
Adanmışlardı. Çok, Uganda ölçülerinde bile çok düşük ücretlerle çalışıyorlardı ve çok çok usta oyuncular olup bana numara yapmadılarsa –ki sanmıyorum- mutluydular.
Uzun uzun anlatmaya yerim uygun değil. Küçük bir anekdot çok şey anlatıyor:
Lisede, öğle yemeğinde yeni gelen öğretmenlerle kıdemliler sohbet ediyorlardı. Masadaki tek yabancı bendim ve galiba orada olduğumu unutmuşlardı. Balıkesirli, mavi gözlü, sarı saçlı, kökeninin Balkanlar olduğu besbelli lise müdürü, yeni gelen acemilere konuştu:
- Bizler neyiz arkadaşlar… Televizyonda, kasetlerde Hocaefendinin gözyaşlarını biliyorsunuz. İşte biz o gözyaşlarının birer damlasıyız…
Fetullah Gülen’in konuşurken kendi kendini ajite edip sahiden ağlaması bana hep tuhaf, hatta gülünç gelmiştir ve şimdi o gözyaşlarını çok, ama çok farklı algılayan bir misyonerle karşı karşıyaydım.
Böylesine İslama ve Türklüğe adanmış bir misyoner ruhu bana kutup yıldızı kadar uzak.
Uzak olması ona ilgisiz kalmamı gerektirmiyor. Tersine anlamaya çalıştım. Anladığımı söyleyemem. Benim (belki sizin de) bilmediğimiz bir dünya ve algı söz konusu ve bugün Cemaatla kıyasıya kapışmış AKP’nin böyle kadroları yok. Tayyip Erdoğan’ı Cemaat’ın üstüne böylesine gözü kara götüren bu olabilir mi ?
Bilmiyorum. Ama en azından etkenlerden biri olduğuna eminim.
* * *
Eyvah!.. Anıydı, Rusya’ydı, Uganda’ydı derken çenem düştü ve yazı uzadı; pehlivan tefrikasına döndü. İster istemez yarın da devam edeceğim.
Hoşgörün.
* * *
Not 1: Siyasal davalarda her zaman (her zaman) tutuksuz yargılamanın kural olması gerektiğine inandım. O yüzden Mustafa Balbay’ın gecikmiş tahliyesini sevinçle karşılıyorum. Darısı öteki siyasi tutukluların başına…
Not 2: Hemen bütün haber kanalları Balbay’ın tahliyesini canlı yayınlarken yine haber kanalı olan Cemaat’ın Samanyolu Haber’i ile Nakşîlerin TV 24’ü belgesel gösteriyordu. Biri yavru aslanları, öteki balık avlayan ayıları…
Bana da “Yav beyler, biraz daha yaratıcı olun. İlle de kopya çekmek zorunda mısınız” demek düştü…