Aydın Engin

28 Eylül 2013

Tuncel Kurtiz'in Ardından...

Tuncel Kurtiz öldü. Ağlasam mı, yazsam mı? Bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum

 

Tuncel Kurtiz öldü.

Ağlasam mı, yazsam mı?

Bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum.

Bana yazmak düşer diye düşünüyorum. “Beni ben yapanlar”dan biridir o. İlkokulda ilk öğretmenim Mukaddes Hanım'la başlayan, beni şiirle tanıştıran Fethi Savaşçı'ya, küçücük bir ortaokul öğrencisinin eline Goethe tutuşturup “Oku. Zevk almazsan başa dön, bir daha oku. Zenginleştiğini göreceksin” diyen bilge komşum Hüsniye ablama, ergenlik sivilcelerinden yeni kurtulmuş, hukuk okumak üzere İstanbul'a gelmiş hamhalat bir Ege çocuğuna Türkçeyi iyi kullanmanın sırlarını ve tekniklerini öğreten Tahir Alangu öğretmenime, sosyalizmin fakirlere merhamet duymaktan ibaret sulugözlü bir öğreti olmadığını inatla anlatan ve öğreten Cemal Hakkı Selek ağabeyime,  gazetecilik mesleğindeki ustalarıma kadar  “Beni ben yapanlar” arasında onun yeri başkadır ve büyüktür.

O yüzden bana yazmak düşer diye düşünüyorum.

Oysa ben anılar, bitip tükenmeyecek kadar uzun ve derin anılar arasında yapayalnız dolanmak, okuru hiç, ama hiç ilgilendirmeyecek küçük anları hatırlayıp, yapayalnız kederlenmek istiyorum...

Tuncel Kurtiz öldü.

Ağlasam mı, yazsam mı ?

Bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum...

*    *    *

Herhalde 1961'di.

İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin amatör tiyatrosundan iki arkadaş ellerindeki kitabı yutarcasına okuyorlar. Moskova Sanat Tiyatrosu geleneğinin Stanislavsky'den sonra gelen ustalarından Boleslavsky'nin Türkçe'de dumanı tüten kitabı: Aktörlük Sanatı. Suat Taşer çevirisi.

İki arkadaştan büyüğü (çok değil beş yıl) yıllar boyu seyircilerin belleklerine kazınacak o kalın ve gür sesiyle okuyor:

- Ritm bütün sanatların prensidir. Tempo onun piç kardeşi...

Ah ! Biz bu kısacık, bu yalın cümleyi yıllar boyu kaç kez  yineledik, didikledik, anladık, anlamaya çalıştık, tiyatroda sinemada karşılığını  bulduk, bulamadık, ama bıkıp usanmadan aradık...

Mesela yıllar, çok yıllar sonra Stockholm'den Berlin'e bir telefon. Selamsız sabahsız  bir soru:

- Örümcek Kadının Öpücüğünü seyrettin mi ?

- Evet. Tabii...

- Tam da o değil mi ? Ritm bütün sanatların prensidir...

- Haklısın. Peki sen Le Ball'ı seyrettin mi. Ettora Scola'nın Le Ball'ını.

- Hayır.

- Hemen et. Ritm neymiş gör ve kıskan...

*   *  *

Aydın Engin yedek subay öğretmen olarak gittiği Erzincan dağlarından bir oyunla döndü: Aykırı.

Oyun yazarlığında ilk oyun yazar için önemlidir. Ama İstanbul'un çıtkırıldım tiyatrocuları dudak bükebilir: "Draması iyi de oyun biraz tezek kokuyor değil mi?"

Kah kah kah, kih kih kih !..

"Beni ben yapan" mı demiştim?

Tepeme dikildi, omuzumdan sarstı:

- Bu sahici bir tiyatro oyunudur. Sen de iyi bir yazarsın. Bu oyun oynanacak.

Oynandı da. Gülriz Sururi - Engin Cezzar Topluluğunun 1965 mevsiminde açılış oyunu oldu. Başrolünü Tuncel Kurtiz oynadı. Aktör sevene sevmeye "Vay be" dedirtti. "Ne biçim oynuyor ve ritmi nasıl sürüklüyor..."

Aynı evde oturuyorlar. Arnavutköy'de Kuruçeşme yönünden gelirken ilk yalının, o yaşlı ve neredeyse harap yalının ikinci katında....

Çalıştıkları tiyatrodan "Biz o Tatlı İrma adlı hava civa oyunda oynamayız" deyip ayrılmışlar.

Para yok. Bakkal Cumali rakı, şarap, peynir, ekmek ve sigarayla sınırlı (Lafa bak, daha ne olsun!) bir veresiye hesap açmış. Balık tutmak ikisine kalmış. Arnavutköy koyunda balığı o yıllarda neredeyse elle yakalıyorsun.

Şarap ve balık eşliğinde sıkı ve hiç bitmeyen sanat tartışmaları: Ritm bütün sanatların...

Durup dururken konuştu:

- Bir oyun vardı senin kafanda, onu yaz. Kafadar arkadaşları da buluruz, bir tiyatro kurarız. O oyun mutlaka tutar.

Olmayan bir oyunla bir kadro kuruldu: Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Mustafa Alabora, Müjdat Gezen, Umur Bugay, Aydın Engin.

Kadro kurulduktan sonra oyun yazıldı: Devri Süleyman. İki yıl kapalı gişe oynandı. Oluk gibi akan gişe gelirleriyle Türkiye'de iz bırakmış bir tiyatro doğdu: Halk Oyuncuları.

*   *   *

Halk Oyuncuların son yılında (1969) Tuncel Kurtiz askere gitti. Aydın Engin ise tiyatro yazarlığını da, yöneticiliğini de bırakıp İstanbul'da sendika yayınlarında çalışan bir gazeteci oldu.

Kurtiz askerden izinli geldiğinde bu kez Gümüşsuyu'nda bir bodrum katındaydılar.

- Tiyatroyu bıraktın profesyonel devrimci mi oldun?

- Hayır sendika yayınları çıkaran gazeteci oldum.

- İyi halt ettin. Peki  artı-değer sömürüsünü anlatıyormuşsun ha bire. Bana da anlat. Nedir bu artı-değer sömürüsü?

Anlatıldı. Anladı ve küplere bindi:

- Bu hesapça ben mavi yakalı değilim ve artı-değer üretmiyorum öyle mi ?

- E öyle yani...

- Halt etmişin sen. Biz de proleteriz be... Yakanın mavisine, beyazına tükürmüşüm. Ben sanat üretiyorum, sen fikir üretiyorsun. Nemiz eksik işçiden ?

Tabii kavga çıktı. Hiç konuşmadan ha bire şarap içilen berbat bir geceydi.

*    *   *

Onun gönüllü, benim zorunlu göçmenlik yıllarımızdaydı. Berlin'de buluştuk. Yine geceler boyu şarap içtik ve yine geceler boyu konuştuk: Ritm bütün sanatların...

Frankfurt'ta benim evde buluştuk. Gözlerinin içi gülüyordu.-

- Dinle bak. Sana şiir okuyacağım. Ama bedenimi kullanarak ve ritmin ne olduğunu sana göstereceğim...

Gösterdi de...

Gömleğini, atletini sıyırdı. Çıplak bedenine güçlü yumruklar indirerek  ve asla "Ritmin piç kardeşi tempo" tutmanın kolaylığına kapılmadan Şeyh Bedrettin Destanı'nı okumaya başladı...

*   *   *

Tuncel Kurtiz öldü.

Ağlasam mı, yazsam mı ?

Bilmiyorum. Sahiden bilmiyorum.

“Beni ben yapanlar”dan, beni koşulsuz ve çıkarsız destekleyip yüreklendirenlerden Tuncel Kurtiz öldü.

Siz yazıyı okuyadurun, ben anılar, bitip tükenmeyecek kadar uzun ve derin anılar arasında yapayalnız dolanmak, sizleri hiç, ama hiç ilgilendirmeyecek küçük anları hatırlayıp, yapayalnız kederlenmek, yapayalnız ve sessizce ağlamak istiyorum...