Aydın Engin

18 Ocak 2011

Şu ‘Yetmez Ama Evet’ Takıntısı...

Konunun benimle ilişkisi yok. Ama “Yetmez ama evet takıntısı” bitmek bilmiyor...

Konunun benimle  ilişkisi yok. Ama “Yetmez ama evet takıntısı” bitmek bilmiyor, hatta gitgide yayılıyor. Ben de gitgide “Yetmez ama evet takıntısı”na takmaya başladım.
Malum 12 Eylül Anayasa referandumunda kimileri evet dedi; kimileri hayır dedi; kimileri boykot etti. Bütün tarafların hiç de yabana atılmayacak gerekçeleri vardı. Oyunu bilinçle vermeye kararlı olanlar tartışmaları okudular, tartışmalara katıldılar, karşı düşünceleri kendi bilinç süzgeçlerinden geçirdiler ve özgür bir birey olarak tercihlerini yapıp sandık başına gittiler. Sonuçta katılanların yüzde 58’i evet, yüzde 42’si de hayır dedi. Kürt illerinde ise ağır basansa boykot diyenler oldu.
Referandum bitti, ama tartışması bitmedi. Biteceğe de benzemiyor. Gözlediğim kadarıyla eleştiri (eleştiri?) oklarının çoğunluğu “Yetmez ama evet” diyenlere yönelmekte. Yanılıyor muyum bilemem ama özellikle “sol”un bir kesiminde bir “Yetmez ama evet takıntısı” oluştu. Kimi yiğitler ideolojik görüşlerini yumurta fırlatıp boya dökerek ifade edecek bir düzeye (düzeye?) tırmandılar.
Aslında tartışmanın beni doğrudan ilgilendiren bir yanı yok. T24’ün, hele Tırmık’ın düzenli okurları biliyor: Ben ne “Yetmez ama evet” dedim; ne EDP’li arkadaşlarım gibi evet’i “AKP’ye hayır” parantezine aldım; harbiden evet dedim.  Getirilmek istenen değişikliklere baktım; var olan Anayasaya baktım; yenisinin eskisinden biraz daha iyi olduğuna, bana ve ülke demokrasisine daha yararlı olduğuna kanaat getirdim ve duraksamadan evet dedim. Bu değişikliği AKP’nin getiriyor olması umurumda olmadı. CHP de getirse evet derdim, BDP de getirse evet derdim.
Elbette gönlümdeki Anayasa bu değil. 1982 Anayasasında değişiklik yapılmasından değil, onun tümden çöpe atılmasından yanayım. Ama içinde değilse bile yakınında durduğum sol siyasi örgütlerin, çizgilerin, grupların 12 Eylül 2010 referandumuna giden süreçte belirleyici olabilecek gücü yoktu. Yani bizlerin “1982 utancını” çöpe atma olanağı yoktu. AKP’nin referanduma sunduğu metinde ise  o Anayasa’da bir kaç çentik, hatta daha da az, bir kaç  çentikçik  açılıyordu ve hiç bir kuvvet beni evet demekten alıkoyamazdı. Alıkoyamadı da...
Yani tartışmada (pek tartışmaya benzemiyor ama neyse) beni doğrudan ilgilendiren bir yan yok. Ama yine de “Yetmez ama evet takıntısı”nı anlamıyorum; sürüp gitmesini ise hiç anlamıyorum.
Bu tartışmayı inatla sürdürenlerin, “Yetmez ama evet” diyenlere saklamadıkları bir siyasal kin ve düşmanlık besleyenlerin “AKP ne yaparsa ona mutlaka karşı çıkılmalıdır”  önkabulünden hareket ettikleri izlenimindeyim. 
Bu sağlıklı bir akıl yürütme, savunulabilir bir “önkabul” müdür? 
Bir Marksistin, kendini  sosyalist olarak tanımlayan birinin AKP’den de, CHP’den de, söyleminde sol vurguyu gitgide silikleştiren BDP’den de uzun erimde, kapitalizmi aşma yönünde ne beklentisi olabilir ki?
Ama bu çok temel sınıfsal ve ideolojik ayrımı, güncel siyasette de değişmez bir önkabul haline getirmek, siyasal mücadelenin incelik, hüner, esneklik gerektiren arenasında kendini kilitlemek, siyasal mücadeleyi dondurmak sonucunu doğuruyor. Daha amiyane deyişle “Abdestim bozulur” kaygısı ve korkusu ile namaz vaktine kadar kimse ile ilişki kurmamak, hiç bir şey yapmamak, acil ödevleri yok saymak, önünde duran fırsatlara seyirci kalmaktır.
Siyasetin incelik, hüner, ayrıntılı düşünülmüş taktik manevralar, esneklik gerektirdiğini söyledik. Öğüt vermek haddim değil ama, Lenin buna mükemmel bir örnektir. Bırakın “Bütün Eserlerini” hatmetmeyi, “İki Adım İleri, Bir Adım Geri” bile bunun dersler çıkarılası örneklerini içerir. Bunu da gözü yemeyenler için John Reed’in “Danyayı Sarsan On Gün”ü de yeter...
Duran bir saatin bile günde iki kez doğru zamanı gösterdiğini nasıl gözardı ederiz?
AKP, neoliberal iktisadın (Bu terim yerine “Vahşi Kapitalizm” de diyebilirdim, farketmezdi) bütün gereklerini yerine getiren; bunu yaparken artık paçalarından sızar hale gelmiş kibri ve ilkelliği ile kafamızın tasını attıran bir parti. Ama o 1982 Anayasasında bir çentikçik bile açtıysa buna niye seyirci kalalım.
CAHP vesayetçi Kemalist ideolojinin siyasal örgütüdür. Tamam. 1920’lerde, hatta 1930’larda çağın ruhuna uygun olan bu çizgiyi 2010’larda Türkiye’ye gömlek olarak biçmek yürekler acısı bir siyasal körlüktür. Bu da tamam. Ama bu, niye “CHP ne derse, ne yaparsa karşıyız”  önkabulüne ebelik etsin. Örneğin Kürt diyemese de, siyaseti yolsuzluk dosyası yakalamakla sınırlar görünse de  Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye aşıladığı heyecan niye gözardı edilsin?
Yoksa “Yetmez ama evet” diyenlerin sahiden AKP’ye gönül verdiklerine mi inanılıyor?
Herkes ve hepsi için diyemem ama “Yetmez ama evet” diyen kesimde yer alan çok, pek çok tanıdığım, arkadaşım var; onların AKP’nin ne menem bir siyasal hareket olduğunu pek iyi bildiklerine, AKP’yi yetkin bir tahlile tabi tutabilecek birikimde olduklarının dolaysız tanığım. 
1982 Anayasasını zayıflatan, etkisini (birazcık bile olsa) kıran bir değişikliğe “Yetmez ama evet” diyenler; Baykal’ın kaba ve katı milliyetçiliğine karşı Kılıçdaroğlu ekibinin popülist izler taşıyan ama o kaba ve katı milliyetçilikten (azıcık bile olsa) uzaklaşan yönelimlerine gözlerini kapamayanlar AKP ya da CHP’ye kapılanmadan sosyalizm için mücadelelerine de bal gibi devam edebilirler ve tanıdığım pek çoğu duraksamadan, sendelemeden devam ediyor da...
Sorun sanırım merdiven çıkarken ıslık çalabilmek, yürürken ciklet çiğneyebilmek  gibi iki işi bir arada “yapmak ya da yapmamak”ta düğümleniyor...