Aydın Engin

20 Kasım 2013

Sermaye küreselleşmişken…

Dün kaldığımız yerden devam edelim… 19. ve 20. Yüzyıllarda ortaya çıkan ulus-devletlerin özet tarihini aktarmaya çalışmış; ulus-devletlerin “ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesine” yaslandıklarını vurgulamış ama o yazının final cümlesini bugüne saklamıştım.

Dün kaldığımız yerden devam edelim…

19. ve 20. Yüzyıllarda ortaya çıkan ulus-devletlerin özet tarihini aktarmaya çalışmış; ulus-devletlerin “ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesine” yaslandıklarını vurgulamış ama o yazının final cümlesini bugüne saklamıştım.

Şöyleydi: 

Kapitalizmin kuruluş, serpilip gelişme döneminin ardından emperyalizm aşamasına sıçradığı dönemde emperyalist sömürüye karşı verilen ulusal kurtuluş savaşları çağın ruhuna (=Zeitgeist) uygun ilerici hareketlerdi. Zafere ulaşan ulusal kurtuluş savaşlarının ardından kurulan ulus-devletler de aynı şekilde emperyalist sömürüye karşı ilerici devlet biçimleriydi.

Emperyalizmin pazar payını daraltıyor, emperyalistleşmiş kapitalizmin sermaye ihracı karşısında gümrük duvarları ve milliyetçi politik duruşlarla kendilerini koruyorlardı.

Sovyetler Birliği, sosyalizm kuruculuğuna girişmiş doğu Avrupa ülkeleri, uzak doğuda Çin, emperyalistleşmiş kapitalizmin karşısında ulusal kurtuluş hareketlerini destekliyor; ulus devletlerin kalkınmacı politikalarına mali ve teknik destek veriyorlardı.

Anayasasına yurttaşlarının tümünün Türk olduğunu yazan Türkiye Cumhuriyeti bu konuda iyi bir örnektir. 

Çok yoksul ve savaş yorgunu bir ülkede Sovyetler Birliği’nden de destek alarak, ama asıl olarak kendi ulusal gücüne dayanarak güçlü bir kalkınma hamlesine girişildi. Demiryolları şebekesinin kıt olanaklar elverdiğince genişletilmesi, Sümerbank, Etibank gibi kamu kuruluşları eliyle dokuma ve madencilik sektörlerindeki atılımlar, Nazi baskısından kaçan Alman akademisyenlere kucak açmak gibi başarılı bir pragmatizm örneği vererek gerçekleştirilen üniversite reformu; yetişkinler için Halkevleri, çocuklar için Köy Enstitüleri gibi yaratıcı modeller üreterek yürütülen okuma yazma seferberlikleri o dönemde ilerici nitelikler taşıyan ulus-devletlere iyi bir örnektir. Türkiye’nin daha sonraki yıllarda Tunus, Libya, Cezayir, Mısır gibi ülkelere esin kaynağı hatta rol modeli oluşu da bu “örnek olma”nın kanıtlarıdır.

Ancak insanlık ırmağı akmaya devam etti.

20. yüzyılın son çeyreğinde yarı iletkenlerdeki, uydu teknolojisindeki, baş döndürücü bir hızla yürüyen bilişim sektöründeki (bilgisayarlar, bilgi depolama ve paylaşma olanakları) buluşlar gibi devrim nitelikli gelişmeler kapitalizmin kendini yenilemesine, kaybettiği mevzileri yeniden kazanmasına da hizmet etti.

Ardından 20. yüzyıl biterken “Duvar” yıkıldı; Sovyetler Birliği çöktü; sosyalist sistem dağıldı; Arnavutluk tümüyle çöktü, özyönetim modeliyle ilginç bir sosyalizm kuruculuğu deneyen Yugoslavya parçalandı. Ve…

Ve bu ülkelerin tümü de adeta “Tarihin tekerleği geri dönmez” deyişini tekzip edercesine kapitalizme döndü. 

Dahası Çin, komünist partisi yönetiminde kapitalizmin vahşi dönemlerini aratmayacak bir kalkınma hamlesine girişti ve ekonomik bağlamda kapitalist bir dünya devine dönüştü. 

Son ve en zorlu ulusal kurtuluş savaşından zaferle çıkan Vietnam, IMF’nin kapısını çalan yoksul ve kapitalist modeli uygulayan bir ülke oldu.

20. yüzyıl böyle bitti… 

 

*    *    *

 

21. yüzyıl başladı ve kapitalizm emperyalizm aşamasından sonraki aşamaya geçti: Küreselleşme !

Sermayenin küreselleşmesini şu anda yaşamaktayız. Onu tanımlamak için uzun paragraflara ihtiyaç olmasa gerek.

Finans (=mali) sermayesi sanayi sermayesinin de önüne geçti ve belirleyici oldu. Dünya borsaları biri kapandığında, ötekinin başladığı 24 saat açık finans merkezlerine dönüştü.Ulus-devletlerin gümrük duvarları birbiri ardına önce delik deşik oldu, sonra fiilen yıkıldı. Sermaye dünya ölçeğinde kısıtsız, sınırsız dörtnala at koşturacak bir özgürlüğe (özgürlük?) kavuştu.

Ulus devletlerin milli şirketleri ardarda uluslararası bankaların, fonların denetlediği ve yönettiği küresel sermaye ile ortaklık yarışına girdiler. Ortaklıktan uzak durmaya çabalayan milli şirketler ya battılar ya zorunlu bağımlılık ilişkileri içinde varlıklarını güç bela sürdürür hale geldiler.

Sanayide, ticarette ve finansta ekonominin başat şirketlerinin milli nitelikleri artık belleklerde bile silikleşti.

(İronik bir örnek: 1970’ler Türkiyesinde işçilerle, köylülerle omuz omuza verip emperyalizme karşı mücadele edecek milli burjuvazi tartışmalarında “Coca Cola’ya karşı Uludağ gazozları” örneği verilirdi. 

Uludağ gazozları epeydir uluslararası bir içecek tekelinin elinde…)

 

*    *    *

 

Küreselleşmiş kapitalizm dünyanın hemen her yerinde ulus-devletlerin koruyucu duvarlarını delik deşik ederek, sınırlarını silerek saldırıyor.

Peki sermayenin küresel saldırısına nasıl karşı konulabilir; bu amansız saldırıyla nasıl mücadele edilebilir?

Ulus-devleti pekiştirerek mi ?

Bir ulus-devleti bile olmayan halklar (Mesela Kürtler)  bir ulus-devlet kurarak mı halkları küresel sermayenin acımasız saldırısından koruyabilir ?

Türkiye solunun saygın kanatlarının Avrupa Birliği’ne karşı tutumlarını açıklarken “Şirketler Avrupasına karşı emeğin Avrupası” sloganını yüksetmeleri yukarıdaki sorulara verilen anlamlı cevaplardan biridir.

Güney Amerika’da yeniden yükselişe geçen ilerici siyasal hareketlerin iktidara uzanabilenlerinin bu Anakara’daki öteki ilerici ülkelerle ekonomik ve siyasal işbirliklerine, ortaklıklara, dayanışmaya girişmeleri küresel sermaye karşısında alınacak doğru tutumun ipuçlarını taşımıyor mu?

 

*    *    *

 

Biliyorum ulus-devletler  varlıklarını sürdürüyorlar. Hatta kimi ülkelerde güçlerini koruyorlar da. Ancak tarihin akışı, insanlığın daha adil, daha haklı bir dünyaya yürüyüşü artık bir zamanlar ilerici olan ulus-devletlerde ve milliyetçi (=ulusalcı) ideolojilerde değil, küresel çapta birbirine değen, dayanışmaya çalışan, ilişkilerini zenginleştiren ve derinleştiren halklarda ete kemiğe bürüneceği bir süreç başladı.

Bunu görmemek, tarihsel bir körlüğe işarettir.

Türkiye için konuşursak… 

Yurttaşlarının tümünü Türk olarak tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti keşki ulusötesi birliklerin başını çeken bir ülkeye dönüşse. 

Mesela Akdeniz Ülkeleri Birliği, Avrupa Birliği, Doğu Akdeniz Ülkeleri Birliği, Karadenize Kıyısı Olan Ülkeler Birliği, Balkan Ülkeleri Birliği, Kafkasya’ya Sınırı olan Ülkeler Birliği, Ortadoğu Ülkeleri Birliği, Asya Ülkeleri Birliği, hatta Aynı Güneşte Çamaşır Kurutan Ülkeler Birliği gibi buluşmaların, halklar arası kısıtsız, sınır engellerine çarpmayan ilişkilerin başını çeken bir ülke olsa.

 

*    *    *

 

Çok çetrefil ve derin bir konuyu iki günlük bir gazete yazısının sınırları içinde ele almaya çalıştım. Değinilen noktaların, altı çizilenlerin eksiklerini görüyorum, biliyorum. Ama yine de meramımı iyi kötü anlattığım umudundayım.

Şimdi bu vurgular ışığında tarih boyunca bir devlet kuramamış, kurması zorbaca engellenmiş Kürtleri bir ulus-devletin çatısı altında toplama hedefini önüne koymuş Barzani çizgisi ile  ulus-devlet kurmayı kategorik (=Kesin olarak) reddeden, bunu kendini bağlayacak bir açıklıkla ilan eden BDP/PKK çizgisini karşılaştırın.

İlki için gerçekçi, ikinci için ütopik diyenler çıkacak.

Onları “Ancak bir ütopyası olanlar halkları ileriye, daha adil, daha haklı bir dünyaya taşıyabilirler” diyen “bilge söz” ile cevaplayacağım…