Meslek hayatımda, ki epey uzundur, gazeteciler arası itiş kakışa, “O öyle yazmış; onu öyle demezler, peynir ekmek yemezler” düzeyine kadar inebilen tartışmalara oldum bittim uzak durdum. Okurun tepkisinin en doğru terazi olduğuna inandım.
Ama bugün, bu mesleki tercihimi bir yana bırakacağım.
Hoşgörün.
* * *
Serdar Turgut, gazete okurunun karşısına - sanırım - ilk kez Hürriyet gazetesine Amerika’dan yolladığı yazılarla çıktı. Tuhaf bir üslubu vardı. Cinsel konulara alışılmadık bir ağırlık veriyor ve “farklı” bir yazar olarak dikkati çekiyordu. Kısa süre sonra Türkiye’ye döndü ve Hürriyet’in demirbaş köşe yazarlarından biri oldu. İlgi çekmeye de devam etti. Eşiyle, babasıyla ilgili alışılmadık bir mizah tadında yazdığı yazıların yanısıra siyasal yazılarıyla demokratikleşme sancıları içindeki Türkiye’de “duruşu sağlam” bir yazar izlenimi yarattı.
Onun tarzına alışamayan kimi meslek ağabeylerimizin “Penis yazarı” filan gibi sataşmalarını da umursamadı. Yoluna devam etti.
Sonra beklenmedik bir meslek sıçraması yaptı ve “amiral gemisi” Hürriyet’ten ayrılıp Çukurova grubunun Akşam gazetesine yayın yönetmeni oldu.
Başarısızdı. Gazetesinin tirajındaki sürekli düşüşü önleyemedi. Çukurova grubunun mali zorluklarla boğuştuğu ve Doğan grubunun sürekli salvolarına maruz kaldığı dönemdi. “Esas iş alanı medya olmayan patronlar, zararı da göze alarak neden bir medya organına, bir gazeteye, bir TV kanalına sahip olma ihtiyacı duyar” sorusunun yanıtını gazetesinde verdi ya da vermek zorunda kaldı.
Epey bir süre sonra gazete yönetiminden alındı ve bizdeki “Eski genel yayın müdürlerini köşe yazarı yaparlar” kuralı uyarınca Akşam gazetesinde sadece köşe yazarı olarak devam etti.
Buraya kadarı bilmeyenler bilsin, bilenler hatırlasın diye yazıldı.
* * *
Serdar Turgut, Kürt açılımının yoğun tartışıldığı günlerden birinde, 24 Ekim 2009’da “PKK Teröristi Olmadığıma Pişmanım” başlıklı bir yazı yayımladı. Yazıda Kandil ve Mahmur kampından dönenlerin karşılanışındaki coşkuyu eleştiriyor, dönenler arasındaki Kürt kadınlarının içinde hiç güzel kadın bulunmadığını söylüyordu. Kendisi PKK gerillası olaydı Kürt şarkıcı Rojin’i dağa kaçıracağını filan yazıyor, yazıyı kendi cinsel fantezileriyle süslemeye çabalıyordu.
Talihsizden de öte berbat bir yazıydı. Mizahın pespayeleştiği, yirmibeş yıldır akan kanların durması çabalarına katkı sağlamak kaygısından uzak, gizli bir nefret söylemine bulanmış bir yazıydı...
Rojin’in ve kadın hareketinin sözcülerinin yoğun protestosu karşısında birkaç gün sonra şu bildik “maksadını aştı” mazeretine sığınan bir özür yazısı yayımladı.
Bu özür yazısının içeriği ve üslubu da epey tartışmalıydı. Nitekim yazının dolaysız hedefi Rojin özrü kabul etmedi ve “Basın yoluyla hakaret ve cinsel taciz” suçlamasıyla dava açtı.
Savcı Rojin’in başvurusunu ciddiye aldı ve Serdar Turgut’u ifade vermeye çağırdı. O da gidip ifade vermiş. Savcı ifadeyi yeterli bulmamış olacak ki Serdar Turgut hakkında iddianame düzenledi ve iddianame mahkemece kabul edildi.
Serdar Turgut önümüzdeki günlerde Bakırköy Asliye Ceza Mahkemesi'nde “Rojin’in şeref ve saygınlığına saldırdığı, cinsel amaçlı olarak taciz ettiği” suçlarından yargılanacak.
Yargılama sonunda ne olur, karar ne çıkar bilemem...
Beni ilgilendiren de o değil. Ama Serdar Turgut’un artık kamuoyuna da açıklanan savcılık ifadesi meslek ahlakımız daha da ötesi aydın sorumluluğu açısından önemli ve örnek...
Serdar Turgut savcılıkta kendini savunurken şarkıcı Rojin Ölker’i kastetmediğini, Rojin adını bir masal kahramanı ve yazıya uygun şiirsel bir isim olarak değerlendirdiğini söylemiş.
Utandım.
Hani biri bir halt yer, siz de tanıksınızdır ve olup bitenle hiç ilişkiniz yokken, o haltı yiyen adına utanırsınız ya, işte tam da öyle utandım...
Serdar Turgut bal gibi Rojin’i kastetmişti. Üstelik bunun böyle olduğunun kanıtı kendi imzasını taşıyan özür dileme yazısıydı.
Ama yiğit(!) meslektaşımız zoru görünce “masal kahramanını çağrıştıran” masalına sığınıp, yazısının arkasında durma cesaretini gösteremeyip, en yalın anlatımıyla “kıvırıyor”.
Utandım.
Sonra da hatırladım.
12 Eylül karanlığına itirazı olan aydınların o ünlü “Aydınlar dilekçesi” hakkında Evren cuntasının askeri savcılığının dava açmasından sonra yaşananları hatırladım.
Dilekçeye imza koyan ama zoru görünce “Ben o dilekçeyi toplu konut başvurusu sanmıştım” diyenleri hatırladım. Savcılık dava açınca imzasını geri çeken demokratları (!) hatırladım.
Ve...
Koyduğu imzaya sahip çıkan 80’ini aşmış felsefe profesörü Macit Gökberk’in ancak yardımla yürüyebildiği halde Selimiye’ye gidip, askeri yargıçların karşısına çıkıp “Evet o imza benimdir ve ben o dilekçede yazılanları sonuna kadar benimsiyorum” deyişindeki yiğitliği hatırladım...
Yargıçların karşısına çıkıp, “Ben Kenan Evren’le aynı çağda yaşıyor olmaktan bile utanıyorum” diyen Gencay Gürsoy’u hatırladım...
Yargıçların karşısına çıkıp “Evet. O imza benim. Ben zaten sadece imza koymakla yetinmedim, öteki imzaların toplanmasında da gecemi gündüzüme kattım” diyen Aziz Nesin’i hatırladım.
Tamam Macit Gökberk olmak, Aziz Nesin olmak, Gencay Gürsoy olmak yürek ister.
Peki Serdar Turgut gibi olmak ne ister ?