Haftalardır süren seçim gümbürtüsü nihayet bitti. Şimdi dönüp sakin kafayla hem geriye, hem ileriye bakabiliriz.
Geriye bakıp söylenecek söz çok değil; neredeyse tek cümle:
Bu kadar düzeysiz bir seçim kampanyası yaşamamıştık!
Haksız mıyım?
“Son Osmanlı Padişahı” yazılı pankartlar mı açılmadı; Kılıçdaroğlu varoşların çamurlu yollarında yürüyüp ayakkabılarını çamura buladığında karşılıklı çamur atma yarışı mı izlemedik; “Elinde girip, seçilip, çıkılacak parti kalmadı. Aytaç Durak bundan sonraki seçimde kendine nasıl parti bulabilecek” diye mi dertlenmedik; dağ yamacındaki elektriksiz evine sadaka buzdolabını sırtlayıp tırmanan seçmenlerin, kendilerine uzatılan TV mikrofonuna, “Hakkımızı yidiler. Buzdolabını verdiler emme alektirinkli fırınılan mikrop vellesini vermediler” diye sızlanışına bakıp ağlasak mı, gülsek mi ikileminde mi bocalamadık...
Seçim kampanyasının “düzeyi düşüktü” lafı yetersiz. “Düşük” az da olsa bir yükseklik belirtiyor. Bence düzey “çukur”du.
* * *
İleriye bakacak olursak...
AKP cephesinde –pek dillendirilmese bile- belirgin bir düş kırıklığı var. Seçim sonuçlarına bakıp züğürt tesellisine sığınıyorlar, “Türkiye’nin birinci partisi biziz. Rakiplerimizin ikisinin oylarının toplamı bile bizim toplam oyumuza yetişemiyor. Daha ne olsun” diyorlar.
Yine de Başbakanlarının 28 kez gitmesine rağmen Antalya’yı ellerinden kaçırmalarını sindiremiyorlar. “Gavur” İzmir’in oynadığı “Ege zeybeği”ne (İzmir büyükşehirde ve 30 ilçenin 30’unda da AKP tüfek sildi) ayak uyduramayacaklarını bir kez daha gördüler. Şafii kökten dinciliğe yaslanıp, “Kürtçe mevlit” kılıfı altında İstasyon Meydanı'nda sahneledikleri o unutulmaz “Şeriat” müsameresine Diyarbakır’ın cevabının bu kadar ağır olacağını düşünmemişlerdi; hâlâ da kavramış değiller.
Buraya kadarı siyasal olarak AKP’nin karşısında yer alanlarca seçimin sevindirici, en azından “Eh fena olmadı” dedirtici yanı. Özellikle kendi siyasal konumunu “sol”da tanımlayanlar, yani sosyal demokratlardan Marksistlere kadar uzanan bir kesim sanırım böyle düşünüyor.
Ancaaaaak...
Ancak seçim sonuçlarının bir de öteki yüzü var.
AKP’nin oyları düştü. İyi.
CHP ve MHP’nin oyları arttı. İyi mi?
“AKP olmasın da kim ve hangisi olursa olsun” diyenler için ola ki sorunun yanıtı, “İyi. Elbette iyi. Hem de çok iyi” gibidir. Bense bunun, “Veba olmak istemiyorum, bari kolera olayım” demekten çok da farksız olmadığını düşünüyorum.
Devlet Bahçeli ne kadar merkeze çekmeye çalışırsa çalışsın MHP milliyetçi, yer yer de ırkçılığa göz kırpan bir siyasal oluşum. Bu genetik olarak yani doğuştan böyle. Rotasını Türk milliyetçiliği ekseninde çizmiş bir parti ise bir “halklar mozayiği” olan, farklı etnik grup ve kültürlerin renk alacası ile zenginleşmiş Türkiye toprağında ister istemez ayrımcı, ötekileştirici bir siyasal harekettir ve bu Türkiye için gerginlik, kamplaşma demektir.
CHP’ye gelince...
Gelmesek daha mı iyi bilemiyorum. Baykal ve takımının tabanı sersemleten, başını döndüren zik zaklarından, “Anadolu solu” gibi Şeyh Edebali öğütlerinden solculuk süzmeye çalışan bir ideolojik garabetten çarşaf açılımına, Sosyalist Enternasyonal'den dışlanmasına yol açacak kadar aleni milliyetçi (=ulusalcı) sapmadan, Ergenekon avukatlığına kadar her alanda kendini dışa vuran zik zaklarından sonra CHP’ye niye hâlâ “sol” dendiğini kavramak zor. Bu en azından “sol” gibi “temiz” bir kavrama karşı ayıp.
* * *
Sözün özü: 29 Mart seçimleri bir kez daha sol seçeneksiz bir Türkiye’yi yüzümüze çarptı. Gerçek sosyal demokratlardan Marksistlere kadar asıl irdelenmesi gereken ve ders çıkarılması gereken tam da bu.