Aydın Engin

19 Ocak 2010

Sana Mektup Yazdım

Sana mektup yazdım. Postacı iletemezmiş. O yüzden buraya koyuyorum. Bir yolunu bul; okumaya çalış...

Sana mektup yazdım. Postacı iletemezmiş. O yüzden buraya koyuyorum. Bir yolunu bul; okumaya çalış. Bizim okurlardan “Bu özel mektup da neyin nesi” diyen çıkarsa, bir şeyler uydururum artık. “Yanlışlıkla girmiş. Kusura bakmayın filan” derim mesela.

Ben... Yooo, iyiyim... İyiyim dediğim, dil alışkanlığı işte.

Memlekette iyi olmak için fazla sebep yok. Bıraktığından da beteriz desem yeter mi?

Aslında bugün niyetim Kınalıada’ya gitmekti. Sabahtan gidecektim. Vapurda martılara simit atacaktım.

Hatırladın mı, hani yine Kınalıada yolunu tutmuştuk. Hani vapurda simit uzattığım aç gözlü martı gaga vurup parmağımı kanatmıştı. Hani martının “Ermeni martısı mı, Türk martısı mı” olduğunu tartışmıştık (!). Hani ben “Kınalıada karasularına girdik. Öyleyse bu martı bir Ermeni martısıdır” demiş ve “1941’de doğmuş benden 1915’in hesabını soruyor bu zalim” diye eklemiştim. Hani çok gülmüştük...

Görüyorsun kafam yerinde değil. Ordan oraya, anılardan anılara atlayıp duruyorum...

Neyse... İşte vapura biner öğlene doğru Kınalı’da olurdum. Bizim o iskeleye yakın meyhanemize gidip tek başıma oturmak niyetindeydim. Yani seninle beraber olmak istiyordum; biraz dertleşmek, biraz havadan sudan, denizden balıktan konuşmak filan...

Sonra vazgeçtim. Üşüdüm... Hayır havadan değil. Olmadı kalın bir palto giyersin, kafana bir bere takıp kelini korursun...

İçim üşüdü içim...

*    *    *

Sabahtan beri telefonlar durmadı. TV’ler, radyolar senin için özel program yapıyorlar.

Beni anla...

Hiçbirine çıkmak istemiyorum. Üç yıldır yinelediğim, üç yıldır izleyenlerin ezberlediği lafları sıralamak istemiyorum... Bilmiyorum, belki hatırını kıramayacağım iki arkadaşın, Mirgün’le Ruşen’in NTV’deki programlarına katılırım ama, inan onu bile istemiyorum...

Ayrıca öğleden sonra gazetenin önünde toplanacağız. Seni anacağız... Biliyor musun, yanlış anlamayacaklarına emin olsam oraya bile gitmek istemiyorum.

Beni anla.

İçim üşüyor, içim...

*    *    *

Ama bu yazdıklarıma bakıp evde pinekleyip durduğumu sanma. Sadece bugün böyleyim. Onun ötesinde günler çok yoğun ve yorucu geçiyor... “Solun merkezini yeniden inşa etmek” diye tanımladığımız bir uğraş için çabalıyor, koşuşturup duruyoruz. Fena gitmiyor. Ama fena halde zor gidiyor...

Biliyor musun o toplantılarda seni andığımız çok oldu. Malum parti kurmaya kalkınca sanki  en önemlisi oymuş gibi akla hemen “Başkan kim olsun” sorusu gelir. Geldi de... Toplantıda genç bir kadın arkadaş olanca ciddiyetiyle senin adını söyledi ve olanca samimiyeti ile ekledi: Ne güzel olurdu !..

Herkes bir an sustu kaldı. Herkes birkaç saniye sanki seni başkan yapmışız gibi keyifli bir düşe bıraktı kendini...

Sahi be, ne güzel olurdu? Hemen işin ağırlığını senin sırtına yıkar, kendim İstanbul’da, Kınalıada’da, Marmara Adası'nda tembellik tanrıçasıyla ateşli bir aşk yaşamaya başlar; bana atacağın fırçalara nanik yapardım...

*    *    *

Şey...

Lafı toparlayamıyorum. Bugün bir sürü şey seni hatırlatıyor ve  ben en azından bugün bunu taşıyamıyorum... Bak mesela yine bir yerlerde “Sarı Gelin” çalıyor. Hayır... İstemiyorum...

Beni anla.

İçim üşüyor, içim...

Hoşçakal kardeşim...

Sana yine yazarım....

Sen...

Sen yazmasan da olur...