Aydın Engin

02 Nisan 2009

Reçete mi Sormuştunuz?

Demokrasi yurttaşlardan çok daha yoğun, yaratıcı ve sabırlı bir çaba istiyor

Önce bir anı:
1967’yi, 1968’e bağlayan kış. Ankara. Cebeci’de duvarları ıslak, pencereleri tıka basa gazete kağıdı ile ancak korunan, sobalı bir bekâr evinde. İki arkadaş kiracıydı. Birinin adı Uğur Mumcu’ydu. Henüz gazeteci değil, “istikbal vaadeden” bir idare hukuku asistanıydı. Ötekinin adı Aydın Engin’di. Henüz gazeteci değil, “istikbal vaadeden” bir tiyatro yazarıydı.
Bekâr evinin trapez yemek masasında, gazete kâğıdından örtünün üstüne turşu, şarap (Mutuk şarabı. Şişe depozitosu dahil 315 kuruş) ve beyaz peynir ve helva ve şiir ve siyaset dizip sohbeti koyulaştırdılar. Aydın Engin TİP üyesiydi. Uğur Mumcu Sosyalist Fikir Kulübü üyesi. Dönemin ruhuna uygun bir tartışma başladı: İşçileri bilinçlendirmek !
Sonunda Uğur Mumcu su koyverdi, “Arkadaş, devrim için bir fabrika dolusu 1000 işçiyi bilinçlendirmekle uğraşacağımıza, 1000 askere komuta eden bir binbaşıyı bilinçlendiririz. Daha kestirme” dedi. Öteki, “Yok işçi sınıfı olmazsa devrim olmaz, işçiler bilinçlenmezse sınıf olmaz” dedi.
Tartışma koyulaştı. Anlaşamadılar. Elleri şarap bardaklarına uzandı, tartışma da şarap bardaklarının içinde kaynadı gitti.
Çok değil üç yıl sonra iki eski arkadaş Yeni Ortam gazetesinde yeniden buluştular. Biri köşeyazarı, öteki yazıişleri müdürü.
Çalkantılı yılların Türkiye’siydi. Türkiye solu “asker sivil elele milli cephede” diyen Milli Demokratik Devrimciler (MDD) ile “İşçi sınıfı öncülüğü” diyen Sosyalist Devrimciler (SD) arasında bölünmüştü.
Uğur Mumcu hınzır mizahını konuşturdu: “Ulan iki üç yıl önce, Cebeci’deki o evde anlaşamadık, bak Türkiye solunu da böldük. İkimizin suçu çok büyük, çoook...”
* * *
O bölünme bugüne kadar sürüp gitti. İki kümeden de farklı dallar, kollar çıktı. Ama özü hep aynı kaldı. Üstelik başlangıçta dostlukları, arkadaşlıkları sürdürebildiğimiz o masum bölünme derinleşti. Arkadaşların düşmanlaştığı, dostlukların hasımlaştığı dönemlere, dönemeçlere tanık olundu. Dahası üstünden iki kanlı darbe de geçti ve geçerken delip de geçti.
Bugün gelinen aşamada siyasal İslamın örgütü AKP’yi iktidardan uzaklaştırma özlem, niyet ve hedefinde toplum, en azından aydınlar “Darbeyle mi, demokratik yöntemlerle mi” ekseninde bölündü.
Bir yanda “Seçilmiş bir iktidarı ancak demokratik yöntemlerle uzaklaştırmak gerek. Hem zaten darbeyle gelecek generaller çok daha tehlikeli ve zararlı. Kanıtı pek çok: 12 Mart, 12 Eylül...” diyenler var.
Öbür yanda ise “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin. Ama gidecekse zaten darbeyle gidecek. Zaten demokratik yöntemlerle bu iş olmaz. Bu halk her seçimde yanlış tarafa oy veriyor” diyenler.
Bir sağırlar diyaloğu sürüp gidiyor.
Darbeden medet umanların tezlerini çürütmek zor değil. Ama onları demokrasiden sapmamaya ikna etmek zor.
Burada “onlar” derken zaten demokrasiye inanmayan, zaten halkı güdülecek bir sürü ve devleti kendi mülkleri gibi gören sapkınlardan söz etmiyorum. “Onlar” derken bayrak mitingleri denen o çok yığınsal gösterilerde alanlara koşan; kürsüyü elinde tutanların karanlık niyetlerini, incelikli saptırma yöntemlerini sezemeyen, seçemeyen; ama içtenlikle “Ne darbe, ne şeriat” diye haykıran yüzbinlerden söz ediyorum. Onlar dört yılda bir sandık başına gidilip, varolan partilerden birine oy vermekle tehlikenin ortadan kalkacağına, AKP’nin “sandık”la yani demokratik yöntemlerle iktidardan uzaklaştırılabileceğine inanmıyor; inanamıyorlar.
Ve haklılar...
Demokrasi eğer sadece ve sadece dört yılda bir sandık başına gitmek; seçim kampanyası sırasında “O kötü, ben iyiyim; o hırsız, ben değilim; o yanlış, ben doğruyum” diye naralanan ve sadece bunu yapan “partilerden” birine oy vermek ve gelecek dört yılı beklemekse haklılar. Demagojiyi (=halk dalkavukluğunu) en iyi beceren, halkı vaatlerle, sadakalarla en iyi kandıran parti elbette oyları toplayacak ve iktidara oturacaktır.
Ama buna da demokrasi demek biraz ayıp olacaktır.
Demokrasi yurttaşlardan, yurttaşlık denen zor zenaatın taşıyıcılarından daha farklı bir davranış, çok, ama çok daha yoğun ve yaratıcı ve sabırlı bir çaba istiyor.
* * *
Bu köşede dün “Çamlıhemşin” deneyinin uzun uzun aktarılışı bunu anlatmak içindi. Çamlıhemşinli yurttaşların sabrın, inadın, çalışkanlığın, yaratıcı aklın, buluşlu bilişli zekânın “horon”unda kenetlenince neleri başarabileceğini göstermek içindi...
“Bir tek Çamlıhemşin” diye itiraz eden mi var?
Peki, öyleyse yarın ya da öbürgün size bir de Samandağlı yurttaşların serüvenini aktarırım.
“Çamlıhemşin avuç içi kadar bir yer. Koskoca İstanbul’da, Trabzon’da, Adana’da, İzmit’te nasıl olacak bu” diye ipe un serenler mi var.
Peki, ben de “Sizin sokak, sizin işyeri, sizin fabrika, sizin okul, kahvehane daha mı kalabalık” diye sorarım...