Aydın Engin

28 Ocak 2010

Lula’nın ve Pele’nin Ülkesinde...

Keşke 12 Eylül’e beş kala Türkiye’den tüyerken bulup bindiğim ilk uçak Düsseldorf’a değil de Rio de Janeiro’ya gitseymiş...

Sabaha karşı 03’de, eksi 8 dereceye görmüş, tipiden göz gözü, şoför yolu görmeyen İstanbul’da zor bela ulaştığınız uçağa binip, yarım saatlık Madrid (aktarma) molasını saymazsanız 14 saat uçup, tropikal iklimin göbeğine, ekvatora bir cigara içimi güneydeki Rio de Janeiro’ya inip uçağın kapısında suratınıza -mesela- Adana’nın temmuz sıcağı vurduğunda ne olursunuz ?
İşte ben de tam öyle oldum.
Otele götüren otobüste “dışarıdaki sıcaklık 32 derece” diye haber veren ışıklı göstergeye bakmaya bile halim kalmadı. Otel odasında duşu sonuna kadar soğuğa ayarlayıp, musluğunu sonuna kadar açıp birazcık (evet birazcık) serinleyinceye kadar da kendime geldim sayılmaz.
En azından bugünlük benden ciddi yazı beklemeyin. Kuzey yarıküreden (kış) güney yarıküreye (yaz) geçmişim; güneşin doğduğu yönden gelip battığı yöne uçmuş, geceyle gündüzü birbirine karıştırmışım; yol boyu yediklerimin kahvaltı mı, öğle yemeği mi, akşam yemeği mi olduğuna karar verememişim; üstüne üstlük şu filmlerde gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz ünlü Copa Cabana plajlarına bakan bir otele kapağı atmışım.
Odanın balkonundan gözalabildiğine Atlantik Okyanusu uzanıyor. Kilometrelerce uzanan Copa Cabana kumsallarında her boydan ve soydan ve renkten ve ırktan ve yaştan ve inançtan ve cinsten insanlar dolaşıyor, yürüyor, koşuyor, denize giriyor, güneşte yatıyor, plaj voleybolu oynuyor ve tabii herbiri ileride Pele olacak karaderili veletler de futbol topunun peşisıra koşup hüner gösteriyor.
I-ıh benden bugün ciddi yazı çıkmaz...
*    *    *
Sabah oldu.
Yazın ortasında, tropik sıcağında turistik kent turuna çıktık. Teleferikle bir tepeye; oradan yine teleferikle daha yüksek bir tepeye çıktık. Rio artık ayağımızın altında.
Vay canına... Daha önce de yazdım galiba, meslek gereği şu köhne dünyada ayak basmadığım anakara kalmadı; gitmediğim ülke hemen hemen kalmadı. Ama yolum nedense Rio’ya hiç düşmedi.
Şimdi ayaklarımın altında uzanan Rio’ya bakıp hayıflanıyorum. Keşke Tokyo’dan, Kahire’den, Rabat’tan, Kabil’den, Mumbai’den, Şam’dan vazgeçip, bir yolunu bulup kapağı Rio’ya atsaymışım. Keşke 12 Eylül’e beş kala Türkiye’den tüyerken bulup bindiğim ilk uçak Düsseldorf’a değil de Rio de Janeiro’ya gitseymiş, 12 yıllık siyasal göçmenlik yıllarımı Frankfurt’ta değil de Rio’da geçirseymişim...
Abartıyor muyum?
Bence hayır... Denizle bu kadar içiçe bir başka kent görmedim. Her bir köşesi kilometrelerce uzanan  kumsallarla çevrili. Deniz sayısız körfez olmuş kentin kalbine kadar giriyor ve kent denizin kalbine kadar uzanıyor...
En azından İstanbullular için söyleyeyim: Beşiktaş’tan Rumelihisarına kadar, sonra Sarayburnundan Samatya’ya kadar, sonra Üsküdar’dan Çengelköye kadar, sonra Eminönünden Balat’a kadar gözalabildiğine kumsallar olsun ve oralarda insanlar gönül rahatlığı ile denize girsin...
Dahası soğuk nedir bilme. Yani kalorifer parası, kömür parası gibi dertlerin olmasın. Dahası kimsenin ırkını, rengini, cinsini, inancını sorgulamadığı ve umursamadığı bir kentte yaşa.  Üstelik bir T-shirt bir blucinle bütün bir yılı gecirebil...
*    *    *
Görüyorsunuz tehlikeli düşüncelere ha kapıldım, ha kapılıyorum...
En iyisi bu “turistik” yazı burada bitsin. Siz ayazpaşanın kol gezdiği Türkiye’de paltolarınıza büzülüp yaşamaya çalışın; ben otelden çıkıp, yolun karşısına geçip, denize bir dalıp çıkayım... Sonra da tanesi bizim parayla 20 kuruşa satılan kocaman bir ananas alıp, soyup bir güzel yiyeyim...
Kıskananlar olacağına eminim. Onlara da kıs kıs güleyim...
Haydi bana keh keh!..