Aydın Engin

29 Haziran 2012

Koyun can, kasap et derdinde...

Yazı neredeyse bitmek üzeredir... Oya Baydar şaşkınlık içinde gazetecinin tepesine dikilir...

Generaller Suriye sınırında... Askeri birlikler Suriye sınırı yolunda... Askeri araçlar Suriye sınırına cephane, füze rampası, top tüfek yığıyor... Ekranlarda “AKP’nin haltlarına kulp bulma” uzmanları Suriye’ye neden gerekirse askeri yaptırımlar uygulanması gerektiği üstüne zeka fukarası, mantık budalası fetvaları art arda üstümüze püskürüyorlar... Başbakan, “Esed beni dinlemiyor ve ben ki bir Ortadoğu lideriyim, öyleyse Esed cezalandırılmalıdır” diye yağıp gürlemekte...

Eh bu koşullarda haftada beş gün yazı yazan bir gazeteci başka bir konuda kalem oynatamaz. Eli gündeme mahkûmdur ve “Yazdıklarıma kulak veren tek bir kişi bile olsa yeter” avuntusu ile her an savaşa dönüşebilecek bu çılgın ve ilkesiz gidişe itirazını sözcüklere dökmeye çabalamaktadır.

Yazı neredeyse bitmek üzeredir... Oya Baydar şaşkınlık içinde gazetecinin tepesine dikilir. Televizyonda zaplayıp zıplarken Samanyolu Haber’e takılıp kalmış. Gazete olarak Zaman ne ise, TV olarak da Samanyolu o. Yani Gülen cemaatinin gayri resmi (hatta bence resmi) organı.  Oya Baydar’ı şaşırtan şu: Samanyolu Haber Televizyonu anahaber bültenini 70-80 dakikaya uzatmış ve tek konusu var: Hükümetin Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırma niyeti..

Yani “Koyun can derdinde, kasap et derdinde” misali Cemaat, savaşı filan umursamadan Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmaması için kolları sıvamış durumda..

Ne Suriye sorunu, ne savaş olasılığı, ne saçmalık sınırını çoktan aşan KCK tutuklamaları... Varsa yoksa Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) kaldırılırsa ülkenin nasıl kan gölüne dönüşeceğini, hapishanelerden tahliye edilecek Ergenekoncularla KCK’lıların nasıl kolkola girip, satırı, baltayı kapıp üstümüze saldıracaklarını kanıtlamak...

Ben o uzuuuuuun anahaber bülteninin sonuna yetiştim. Konu hiç değişmemişti. İtalya’da Gladyo soruşturmasını yürüten savcıyı “uzman-tanık” gösterip “Aman ha, siz siz olun sakın özel yetkili mahkemeleri kaldırmayın. Yoksa fena halde yanarsınız” denmekte...

Bu panik ötesi telaşı değerlendirmek kolay değil. Cemaati bu denli ürküten, bu denli eteklerini tutuşturan nedir?

Herhalde kimilerinin hüküm giyse  bile yiyeceği cezanın süresini aşmış tutukluluk süreleri göz önüne alınarak serbest kalmaları olamaz.

Keza kimi yaşını başını epey fazla almış, ayakta zor duran general eskilerinin darbe yapabileceklerine de inanmıyorlardır.

Keza üniformalı, üniformasız Ergenekoncuların uğradıkları itibar yitiminden sonra demokrasinin ırzına geçme kararlılıklarına kaldıkları yerden devam edebileceklerine de inandıklarını sanmıyorum.

Peki KCK tutukluları tahliye edilirse ne olur?

Hiiiiç!.. Tahliye olan Ragıp Zarakolu ne yapıyorsa onlar da onu yaparlar.  Mesela Büşra Ersanlı yeniden okuluna döner; Ayşe Berktay Barış Girişimi gibi STK’lardan birinin hamallığını yeniden omuzlar;  Kürt belediye başkanları ya da belediye çalışanları yeniden işbaşı yaparlar; gazeteciler yeniden haber peşinde koşmaya başlarlar; KESK yöneticileri kaldıkları yerden emek mücadelesini sürdürmeye çalışırlar...

Açılmış olan davalar devam eder. Fark belki bir çok sanığın tutuksuz yargılanmasından ibaret olur. Eh bu da çağdaş hukukta adil bir durumdur.

Öyleyse yeniden soralım: Cemaatın bu paniğinin ve bu paniği bizlere de yaymak için artık çocukça gerekçelere bile sarılıp benzeri ancak “psikolojik savaş” tekniklerinde görülen çabasının anlamı nedir?

Akla gelebilecek olasılıkları eleyince geriye tek bir neden kalıyor: Cemaat yargı erki içinde yıllar boyu adım adım oluşturduğu ve biriktirdiği ağırlığı, etkinliği yitirme telaşında.  Nitekim MİT müsteşarı ile ilgili itiş kakış sırasında da bunu yaşadık. Tanıklığına başvurmak üzere görüşme talep edilebilecekken MİT müsteşarını sorguya çağırmayı tercih eden işgüzar savcıyı Cemaat’ın kalemlerinin nasıl aslanlar gibi koruyup kollamaya çabaladığı belleklerimizde henüz pek taze...

Yani cemaatın paniğinin altında yatan iktidar savaşında mevzi yitirme kaygısı olsa gerek. Yasama organında, yani Meclis’te ipleri elinde tutacak güçleri yok, buna karşılık anlaşılan yargı erkinde asla elden kaçırmak istemedikleri bir ağırlık ve etkileri var.

*    *    *

Juristokrasi yargıçlar yönetimi demektir. Bazı kaynaklar buna “Seçilmemiş yasama” da derler. Yargıçların (ve savcıların) kendilerini yasalarüstü bir güç kaynağı olarak gördükleri ve  yasama ve yürütme erklerinin alanlarına dalarak ülke yönetimine yön vermeleridir. Seçilme, halkı (seçmenleri) ikna etme gibi dertleri olmadığından pek  çok otoriter rejim için juristokrası iyi bir sığınaktır.

Türkiye, adı konmadan juristokratik dönemler yaşadı. İstiklal mahkemeleri, Yassıada mahkemeleri, vesayet rejiminin kalelerine dönüştürülmüş yüksek yargı organları kanalıyla halkın iradesine ipotek konduğuna epey tanık olduk.

Galiba cemaat, yasama erkinde yeterli güce sahip olmadığından ülkeyi juristokratik yöntemlerle biçimlendirme kararında ve bunun önünün kesilmesi ihtimali onu panikletiyor...

Ancak sorunu AKP yönetimi ile Cemaat yönetimi arasında geçen bir iktidar itiş kakışı olarak kavranıp “Yesinler birbirlerini” diyemeyiz.

Cemaatın paniğinin sebebine olduğu kadar AKP yönetiminin hesaplarına da dikkatle ve elbette kuşkuyla yaklaşmak sağduyunun (yani sol duyunun) gereği olsa gerek...

Bizi atılan, atılacak adımların adalete, hukuka ve demokrasiye yararı ya da zararı ilgilendirmeli.