Başlık çok içten bir dilektir. Yalanlamazsa kıyıcı bir yazı yazmak zorunlu ve ben bunu istemiyorum...
Bilmece gibi oldu...
Açıklayayım.
Star’da yazan meslektaşım Ahmet Kekeç dün köşesinde lafı dolandırmadı. Kemal Kılıçdaroğlu ile aralarında bir telefon görüşmesi olmuş. Arayan Kılıçdaroğlu imiş. Kekeç’in deyimi ile “Bir hususu paylaşmak için” aramış. Konuşmanın bir yerinde Ahmet Kekeç, Kılıçdaroğlu’na ”Dersim konusunda niye duyarsız kaldığını” sormuş. O da bir cevap vermiş.
Vermez olaydı. Verdiği cevap Kekeç’in aktardığı gibi olmayaydı.
Kılıçdaroğlu’nun cevabını Kekeç aktarıyor:
“Devrimin tarihsel meşruluğu içinde böyle şeyler olağandır. Dersim olayını da devrimin özel koşulları içinde değerlendirmek lazım”.
Sanırım daha önce de yazdım. 12 yıllık siyasal göçmenliğime nokta koyup önce ülkeme, sonra da mesleğime döndükten sonra Cumhuriyet’te yaptığım ilk haber Türkiye’deki sosyal güvenlik sisteminin durumu üstüne bir yazı dizisi idi. Bakanından öteki politikacılara, yüksek bürokrasinin tepelerinden Emekli Sandığı, Bağkur gibi kurumların başındakilere kadar hemen hemen herkesle görüştüm ve hepsinden hemen hemen birbirinin aynı sade suya tirit cevaplar aldım.
Kemal Kılıçdaroğlu adlı çelebi görünüşlü ve sahiden çelebi bir yüksek bürokrat, SSK’nin (o zamanki) genel müdürü hariç. Ters sorularıma cesur cevaplar verdi. Bakanının cıvık popülizmine burun kıvırdı ve “Böyle giderse sosyal güvenlik sistemi çökecektir” dedi ve ekledi “İlk iş, sosyal güvenlik fonlarında birikenlere politikacıların el atmasının önüne geçilmesi”. İlk bakışta sizlere “Ne var bunda” dedirtebilir ama, özellikle o dönemde bu çok cesur bir cevaptı.
Diziyi hazırlamak üzere gazeteye döndüğümde arkadaşlarıma “Ankara’da bir cesur bürokrat tanıdım. Tanıdığıma da çok sevindim. Gerisi palavra idi” dedim.
Aradan yıllar geçti, köprülerin altında çok sular aktı. CHP’yi zaten güçlükle sırtlandığı “sosyal demokratımsı” çizgiden adım adım sağa, milliyetçilik batağına, darbe avukatlığına sürükleyen ve hiç değişmeyecekmiş gibi görünen Baykal koltuğunu terketmek zorunda kaldı ve o koltuğa Kemal Kılıçdaroğlu oturdu.
Oturduğu günden itibaren –sizi bilmem ama ben- iki Kılıçdaroğlu gördüm. Birbirinin zıddı iki Kılıçdaroğlu. Biri dürüst ve cesur bürokratlığındaki gibi düşündüğünü söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu; öteki CHP’nin derin güçlerinin desteği ile koltuğa oturmanın diyetini ödeyen Kılıçdaroğlu. Onun, ona umut bağlayanları sık sık düş kırıklığına uğratan siyasal zikzaklarının açıklaması bu olsa gerek.
* * *
Yazının başında aktardığım telefon görüşmesinin boşa çıkmasını sahiden içtenlikle diliyorum.
Ahmet Kekeç, keyifli yazmasını bilen, yazdığı okunan, mensup olduğu siyasal çizgiyi inatla ve hünerle savunan bir meslektaşım. Diliyorum ki o, olmayan, en azından öyle olmayan bir konuşmayı çarpıtarak bizlere aktarmış olsun.
Sanmıyorum ama diliyorum.
Kekeç’le hesaplaşırız. Aynı meslekteyiz. “Niye öyle yaptın” diye sorarız. O bir cevap verir ve sonuç zaten yeteri kadar sabıkalı mesleğimin suç hanesine bir “ayıp notu” daha düşürülerek biter.
Ama ya doğruysa...
* * *
Ah, ben o cümeyi ve o cümleyi kuran kafayı tanıyorum. İyi tanıyorum.
1937’de Polonya’nın “Karaormanlar” bölgesinde ülkenin en iyi, en yetkin, en dürüst komünistlerinden binlercesi Stalin’in buyruğu ile GPU (Dönemin Sovyet Gizil Servisi) cellatlarınca “enseden tek kurşun”la yok edilirken gerekçe aynıydı:
“Devrimin tarihsel meşruluğu içinde böyle şeyler olağandır. Polonya olayını da devrimin özel koşulları içinde değerlendirmek lazım”.
Ah, ben o cümleyi ve o cümleyi kuran kafayı tanıyorum. İyi tanıyorum.
O kafanın simgelerinden, 1930’larda başlayan 1939’a kadar süren ünlü “Stalin Mahkemeleri”nde savcı iskemlesinde oturan Wischinsky, ülkenin en iyi beyinlerini birer birer ölüme yollarken hep bu gerekçeyi kullandı:
“Devrimin tarihsel meşruluğu içinde böyle şeyler olağandır. Bu mahkemeleri de devrimin özel koşulları içinde değerlendirmek lazım”.
* * *
“Tarihsel meşruluğunuz” batsın efendiler!..
Yapılanlar devrimi de, açılımı da, atılımı da, ulus-devlet kurmanın meşruiyetini de kana bulayan bir insanlık suçudur ve onu, ne yapsanız “meşruiyet” kılıfına sokamazsınız.
Dersim Cankırımı da Osmanlı’nın enkazı üstünde bir Türk ulus-devleti kuran Kemalist Devrimin ayıbı, haydi sözü esirgemeyelim, suçudur.
O yüzden Kılıçdaroğlu’nun o sözleri söylemediğini, meslektaşım Kekeç’in bunları uydurduğunu söylemesini, kısaca yalanlamasını diliyorum.
Yoksa...