Aydın Engin

22 Eylül 2009

Gazetecinin Kendisi Haber Olursa...

Gazetecinin kendisi haber oluyorsa, orada mesleki bir yanlışlık vardır...

Ustalarımdan çok öğüt aldım. Onları sık sık da buraya taşıdım. Biliyorum, çok yazdım, çok yineledim. Kimilerinize gına geldi, kimileriniz ezberledi.

Ama benim gibi “mektepli değil alaylı” bir gazeteci için bu doğal. Mesleği ustalarımdan öğrendim. Öğütlerinin onlarca onlarca yıllık deneylerden süzülüp geldiğine meslek yaşamımda defalarca tanık oldum. Kimilerinde bir iki sömestr öğretmenlik yaptığım, kimilerine konferans, sohbet için gittiğim iletişim fakültelerinde bu öğütlerin çok azının öğretildiğine tanık oldum. O yüzden o öğütlere büsbütün sarıldım. Onları meslek kılavuzu edindim ve beni sapa yollara sürüklenmekten hep kurtardılar...

Bu kadar kişisel bir ilkeyi, bu kadar uzun ve kimbilir kaçıncı kez niye yinelemekteyim? Okurlara ne bundan?

Son günlerde bu öğütlerden birinin sadece genç değil, kıdemli meslektaşlarca amansızca çiğnendiğine tanık oluyor ve buna ifrit oluyorum da ondan...

Öğüt pek yalın: Gazetecinin kendisi haber oluyorsa, orada mesleki bir yanlışlık vardır...

İlk Türk Haberler Ajansının kurucusu, ustam Kadri Kayabal söyledi. Bir kaç yıl sonra, benim bir hatamı yüzüme vurmak yerine ilkeyi hatırlatan, her zaman nazik ama meslek ilkeleri söz konusu ise her zaman çok titiz: Abdi İpekçi.

Gazetecinin kendisi haber oluyorsa, orada mesleki bir yanlışlık vardır...

* * *

Yukarıda “...bu öğüdün kıdemli meslektaşlarca bile amansızca çiğnendiğine tanık oluyor ve buna ifrit oluyorum” dedim. Kendimi birkaç kez de sorguladım. Tutuculuk mu yapıyorum? Bu modası geçmiş bir ilke mi ? Okuma lezzeti yaratmaya katkısı varsa gazeteci kendini öne çıkarsa ne sakıncası olur ? Medya artık dev bir endüstri oldu, binlerce ve binlerce kişi çalışıyor; medya ile, medya çalışanları ile ilgili haberler, röportajlar, söyleşiler de artık haber değeri taşıyor olamaz mı; onları gazete sayfalarına taşımak, mesleğin temelini oluşturan “Halkın haber alma hakkı”nı ete kemiğe büründürmek sayılmaz mı ?..

Bu soruları kendime sordum. Tarttım, biçtim.

Ama yine de bir umre ziyaretinde gazetecinin ne renk tişört giydiğinin iri fotoğraflarla sayfada yer almasının; umre ziyareti sırasında ne yiyip içtiğinin ayrıntılarıyla okurlara aktarılmasının “gazetecilik mesleği” ile bağını kurmayı başaramadım.

Keza gazete köşelerinde –mesela- Hıncal Uluç’un yazdıklarından çok nerelere gittiği, ne yediği, kiminle yediği, yerken ne yaptığı ayrıntılarını aktarıp “köşe yazısı” yazdım sanan kimilerini mesleğin sınırları içinde kabullenmeyi de başaramadım.

Keza Can Dündar’ın karısından başka bir kadınla öpüşmesinin “halkın haber alma hakkı” bağlamında ne gibi bir değer taşıdığını; niye haberleştirildiğini, haydi haberleştirildi diyelim, ne akla hizmet köşe yazılarına, ince yorumlara konu edildiğini de kavrayamadım.

* * *

Bir bayram günü dinginliğinde çınarların altında adaçayı yudumlarken masalarda kalmış gazetelere göz attım ve bayram sabahı içim karardı. Tamam bayram günleri haber kıtlığı yaşanır; o yüzden sık sık sade suya tirit haberlerle gün kurtarılmaya çalışılır ama, Can Dündar’ın öpüşmesiyle; Münevver Karabulut’un katilinin dün akşam kıymalı nohut, pilav, komposto yemişliğiyle; Galatasaraylı futbolcu Keita’nın İstinye Park diye bir yerde pizza yerken “Pizza Margarita”yı tercih ettiğinin bizlere aktarılmasıyla gün nasıl kurtarılmış olur bilemedim...

Baktım içinden çıkamayacağım, “Oğlum Aydın Engin, sen yaşlı, huysuz, dar kafalı biri olmuşsun. Bırak bu ninem zamanından kalma meslek ilkelerini savunmayı” dedim

Sonra da okurları çok ilgilendirirmiş gibi gazetecilik mesleği üstüne –sanki çok önemliymiş gibi- kişisel düşüncelerimi yazan bir Tırmık çıkardım.

Sizler de okudunuz.

Artık zamana ve modaya ayak uydurmuş, tutuculuktan kurtulmuş bir gazeteci oldum değil mi ?