Aydın Engin

20 Mayıs 2010

Bir Yudum Soluk

Ağustos 99 depremiydi. Bir avuç gazeteci Yalova – Gölcük – Adapazarı ekseninde gidip geliyor...

Çok uzun bir yazı okuyacaksınız. İsterseniz şimdiden vazgeçin...
Önce şunu anlatmalıyım:
Ağustos 99 depremiydi. Bir avuç gazeteci Yalova – Gölcük – Adapazarı ekseninde gidip geliyor; yıkıntılardan insan kurtarmaya çalışanları soluğumuzu tutup izliyor, güçbela iki satır yazıyor; sonra yine bir başka yıkıntının tepesine çörekleniyorduk. İsviçre, Meksika, Kore, İtalyan kurtarma ekipleri Türkiye’den AKUT’la, Sivil Savunma ekipleri ile omuz omuza vermişler, tonlarca betonun altından insan çıkarmaya çalışıyorlardı. Gözler kan çanağı; suratlar toz ve çamur, kollar gücünü yitirdi yitirecek... Ama yine de ve inatla...
Adapazarı’ndaydık...
AKUT ve Sivil Savunma’nın kurtarma ekipleri çabalıyorlardı. Günlerdir süren gözlemlerle bizler de iyi kötü anlar olmuştuk. O anki umutsuz bir uğraş gibiydi. Sekiz katlı bina çökmüştü. “Orda kimse var mı” çağrılarına zayıf tıkırtılarya yanıt gelmişti. Ama o derinliğe ulaşmak...
Sonra onlar geldiler... Baretleri, bıyıkları, lastik çizmeleri, kömür karası gözleri ile Zonguldak’ın kömür ocaklarında kurtarma işinde hüner kazanmış ekibi geldi.
Farkı biz bile anladık: Deneyim ve hüner!..
Kanla, ölümün amansız soluğu ile örülmüş, yüzyılı aşkın bir birikimden süzülmüş deneyim ve hüner...

Üç buçuk saat süren çok sabırlı, çok hünerli, çok kararlı bir çalışmanın ardından bir anne ve bebeği günışığı gördüler...
Alman Süddeutsche Zeitung’dan Wolfgang Koydl, Alman Haber Ajansı DPA’dan Emil Wagener, bir de ben. Belki günlerdir ölüm koklamaktan (Ağustos sıcağında bozulan cesetlerden yayılan sahici ölü kokusundan söz ediyorum), aşırı yorgunluktan berbat olmuş sinirlerimiz boşandı.
Kimseden saklamadan üçümüz birden ağlamaya başladık. Hıçkırıklarla sarsılarak ve sevinçten ve o kömür gözlü, bıyıklı, lastik çizmeli, baretli adamlara duyduğumuz sınırsız hayranlık ve minnettarlıktan.
Onlar yine çok sakin, çok doğal, yıkıntıların üstüne çöktüler, sefertaslarıyla dağıtılan yemeklerini yemeye başladılar. Ölümle yarış yaşamlarının doğal bir uzantısı gibiydi. Hıçkırıklarımız uzun süre dinmedi...
*    *    *
Şimdi sizleri Ahmet Naim ile başbaşa bırakacağım. Çoğunuz adını bile duymadınız. Türk edebiyatında sosyal gerçekçi hikaye sanatının en iyilerindendir. Zonguldaklıdır ve Zonguldak’ta kömür ocaklarının ölümcül şiirini satırlarıyla bizlere aktarmıştır. Akranım, iyi arkadaşım Sina Çıladır’ın babasıdır. Ahmet Naim’in çeşitli dergilerde çıkan yazılarını o kitaplaştırdı: Bir Yudum
Soluk...

O kitaptan bir uzun alıntı aktaracağım. Bugün göçük altında ölümü ya da yaşamı bekleyen, ölümle yaşam arasındaki 30 kömür işçisinin kaderini bize anlatıyor ve hiçbirimizin başaramayacağı kadar iyi anlatıyor.
Buyrun.
*    *    *
Çok görmüş, çok geçirmiş yaşlı madenci Etem Çavuş konuşuyor:
“...Göçük, bizim ocaklarda en çok madenci başı yiyen bir kazadır. Şu gördüğünüz direk bağlardan biri, sırtında taşıdığı dağın baskısına dayanamaz, küt diye kırılır. Tepeden kaya, toprak, kömür, her neyse, olanca hıncıyla yüklenir aşağıya... Bu saldırının altında soluk alan ne varsa, gayri Allah’a emanet!..
Meselâ, göçük sırasında birbirine çatılarak beş altı tonluk bir kayayı, tam madenciyi pestile çevirecek durumda iken askıya alan direk bağlarla taban arasında sıkışıp kalmış bir madenciyi göz önüne getirin. Bu delikanlı, o an, ne bizim yandadır, ne de öte ”köy”den tarafta.. Ölebilir de, kurtarılabilir de... Biz ne yaparız? Tepeden her an yüklenmesi beklenen yeni akışlara karşı tedbir ala ala, bin bir ihtiyatla, onu bulunduğu yerden tekrar canlılar arasına almağa çalışırız. Görülmeden anlatılmayacak bir iştir bu...
Bakarsınız, ummadığınız, beklemediğiniz bir yerde tavan bir anda yerle bir olur. Sanki, koynunda kıskançlıkla sakladığı cevheri alınan dağın gazabı çullanır bacaya... Biz madenciler, tavandan yüklenen bu gazaba, “Posta” deriz. Bacada çalışanlar eğer postanın altında kaldılarsa, ağırlıktan ezilmemiş olsalar bile, havasızlıktan boğularak candan geçecekler. Yok, ayağına tetik davranıp kendilerini göçüğün dışına atabildilerse, -ki zayıf bir ihtimaldir bu, postu kurtarmışlardır.
Üçüncü ihtimal vardır ki, bizim ocaklara çokça görülür. Diyelim ki bacada hiçbir şeyden habersiz çalışıp araba doldurmağa savaşırken, tavan bir kütledi ve posta inmeğe başladı... Baktık, bacadan kaçacak tarafta göçük büyük. O yana koşuncaya kadar göçüğün altında kalacağız. Buna karşılık, baca alnının üstü sağlam. Tabii can kaygısıyla o sağlam tarafa koşacağız. İnsan bunları o felâket ânında göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda düşünmeden yapabiliyor... Diyelim ki çalıştığımız bacanın çıkış tarafı göçükle kapandı ve biz hiçbir tarafa geçit vermeyen baca çıkmazında sıkışıp kaldık. Ayağımız tabanda, kaldırdık başımızı tavanı görüyoruz. Yanlarımız kömür duvarlar, önümüz kalın bir göçük tabakasıyla örülmüş... Biz şinci burada mahpusuz. Daha doğrusu, diri diri mezara gömülmüş kişilerden farksız... Bu mezarda yalnızsak. Ölümü veya kurtuluşu beklerken geçecek zaman, insan beyninin tahammül haddini çok  aşan, çok zalım bir manevi işkence halini alır. Üstelik, göçük sırasında lâmbanız söndüyse... Yok eğer göçükte kalan bir veya daha fazla arkadaşınız varsa, yine ölümü veya hayatı beklerken, birleşerek sonuca beraber katlanmak en büyük tesellidir o an.. Sonunda paylaşılacak ölüm de olsa, nihayet onu birlikte göğüsleyeceğiniz bir arkadaşınız var yanınızda. Son soluğunuzu alırken, sizinle birlikte son soluklarını alan bir can yoldaşı da âkıbeti bölüşüyor sizinle...
Göçükte ister yalnız kalın, ister birkaç arkadaşınızla.. Asla karamsarlığa kapılmayacaksınız. Bekleyin ve bilin ki, o anda size bir kurtuluş yolu aralamak için kazmalar, kürekler işlemeye başlamıştır bile... Göçüğün öte başındaki arkadaşlarınız sadece kazmayla, sürekle değil, kabil olsa dişleri ve tırnaklarıyla da kayaları, moloz yığınlarını delip size ulaşmak için saldırmışlardır zalım göçüğe... Çalışanlar, düşüp bayılıncaya kadar cenkleşeceklerdir göçükle... Diri veya ölü, mutlaka gömüldüğünüz mezardan alınacaksınız... Dışardaki arkadaşlarınızı şevke getirecek, güçlerini bir anda artıracak olan şey, göçüğün ne olduğu belirsiz öte başından, zalım bir inatla dilsiz duran taraftan alacakları bir sestir. Sizden bir ses mi ulaştı onlara? Hep birlikte haykıracaklardır:
- Yaşıyorlar!..
Ve tazelenen bir gayretle göçüğe veryansın eden kazmanın ve küreğin birbirine çalıştıklarını duyarsınız. Ses almışlardır sizden! Fakat göçük takımı bilir ki, sadece o ân için yaşadığınızı öğrenmek yeterli değildir. Kapalı bulunduğunuz yerin havası artık bulanmış, bozulmaya yüz tutmuştur. Daha gecikirlerse ola ki hiç hava kalmayacak ve siz kulaklarınızdan kan fışkırarak... Söylemeyelim daha iyi.
Yüreğiniz ağzınızda, gövdece ulak kesilmiş, tekrar tekrar vuracaksınız borulara ve dinleyeceksiniz... Ula! İşte göçüğün öbür yanından da su borularına, demiryoluna vuruluyor. Çarçabuk yer değiştiriveren keskin bir iyimserlik veya kötümserlik içindesiniz. Göçüğün öbür yanından gelen sesler size bir işaret mi, yoksa...
Tekrar vuracaksınız. Bu defa muntazam aralıklarla, daha bir umutla, daha bir hırsla vuracaksınız, yine dinleyeceksiniz gövdece... Tamam! Vurduğunuz işaretler aynen tekrarlanıyor. Yanınızda arkadaşlarınız varsa, birbirinizin kucağına atılacaksınız...
Yerlerinizden fırlıyorsunuz. Kapalı bulunduğunuz yerden bir delik de siz açarak onlara bir an önce kavuşmak isteğiyle yanıp tutuşuyorsunuz... Ama, geldikleri yönü tam olarak kestiremezsiniz. Bu yüzden ola ki yanlış bir hareketle göçüğü tazelemiş olursunuz...
Heyecanlı heyecanlı geziniyorsunuz. Sonra, külçe halinde çöküyorsunuz olduğunuz yere, yıvışıp kalıyorsunuz. Başınız elleriniz arasında, kurşun gibi çöken karamsarlık duygusu adetâ eziyor sizi; arkadaşlarınızla, canyoldaşlarınızla tek kelime konuşamıyorsunuz. Ama, dedim ya evvelce de, onlar tekrar geleceklerdir, mutlaka geleceklerdir, ölüm pahasına da olsa geleceklerdir...
İşte, sesler yine yaklaşıyor. Bir aksilik işi uzattı, o kadar... Siz, havadan tasarrufa bakın. Meselâ sizinle birlikte, gitgide bulanmaya başlayan havayı yutup duran şu üç lâmbaya ne gerek var? Diplerini vurun yere ikisinin, söndürün. Eğer kendinizi aşırı kötümserliğe kaptırmayacağınıza inanıyorsanız, tümünü söndürün, büsbütün batın karanlığa...
Soluklarınızı dayanabileceğiniz kadar seyrek aralıklarla alın. Bilin ki, soluklarınız sayılıdır burada. Zamanında bir yudum soluk, bir yudum soluktur. Canlı canlı gömüldüğünüz bu mezardan kurtulmanız, bazen bu tek soluğa bağlıdır...
İşte, deminki sesler ve nihayet işte, size açılan “sıçanyolu”ndan görünen ışık. Kurtuldunuz!..
*    *    *
Wolfgang Koydl burda değil, Londra’da çalışıyor; Emil, Kosova taraflarındaymış, ben İstanbul’dayım.
Eğer Zonguldak’tan o haber gelirse biliyorum, üçümüz yine bir araya geleceğiz ve hüngür hüngür ağlayacağız. Sevinçten ve saygıdan... O baretli, kömür gözlü, lasktik çizmeli, bıyıklı adamlara saygımızdan ve minnettarlığımızdan...