AKP ve onun başbakanı (ve her şeyi) Recep Tayyip Erdoğan üstüne bir tartışma sürüyor. Taraf gazetesinde yazarlardan bazıları ile Genel Yayın Müdürü arasında “patlayan” tartışmadan söz etmiyorum. Evet, o da bu tartışmanın bir parçası ve yansısı. Ama ondan ibaret değil. Üstelik yeni de değil.
Aylar öncesinde kamuoyu önünde Başbakan’dan randevu isteyip, isteği hemen kabul edilip, uzunca bir sohbet gerçekleştiren Leyla Zana’yı hatırlayın. Zana olanca içtenliği ile Başbakana “Bu kanı siz durdurabilir, barışı siz sağlayabilirsiniz. Lütfen harekete geçin” diye özetlenebilecek dileklerde bulunmuştu.
Geçtiğimiz haftalarda önce aralarında kadınlar da olmasına rağmen, ne hikmetse “Akil Adamlar” diye adlandırılan, daha sonra adlarını “Temas Grubu” olarak düzelten bir grup aydın da Başbakanı alın ve sağduyunun yoluna çekmek umuduyla harekete geçmişti.
Keza AKP’de yer almayan, islami referanslarla hareket eden, yazan çizen kesimlerde de “Başbakan’dan onu etkileyecek ağırlıkta kişilerin de yer aldığı bir heyet için randevu istesek; bu izlediğiniz yol yol değil Sayın Başbakan desek, onun bugünkü tutumunu gözden geçirebileceğini umabiliriz” yollu akıl yürütme ve umut beslemelerin dolaysız tanığıyım.
Zana’dan bu yana bu eğilimi benimseyenlerin temel tezleri çok yalın. Şöyle özetlenebilir:
“Gerek Kürt sorununda, gerek AB yolunda, gerek yeni ve özgürlükçü bir Anayasa yapımında çözüm üretebilecek siyasal güç AKP ve onun tartışmasız ve otoriter lideri Recep Tayyip Erdoğan. Dolayısıyla çözüm için ikna edilmesi gereken de AKP yönetimi ve öncelikle Başbakan…”
Doğru.
Türkiye’nin (ya da bir başka ülkenin) kördüğüme dönmüş, kangrenleşmiş, acil çözüm bekleyen sorunları varsa onu çözebilecek güç iktidardaki parti ve onun lideridir.
Örneğin ben çözemem. İtirazlarım ne kadar güçlü olursa olsun, çözüm önerilerim ne kadar akılcı ve gerçekleşebilir olursa olsun, ben çözemem. Bu yazıyı okuyanların (Tayyip Erdoğan okumuyordur herhalde) hiç biri de çözemez.
Çünkü çözümler için yasalar çıkarılması, Anayasa değişiklikleri yapılması, yetmezse yeni bir Anayasa yapılması gerekecek.
Çünkü anasayasal özgürlüklere biber gazı sıkmaktan başka yol yöntem bilmeyen polise siyasal iktidardan açık seçik bir talimat verilmesi gerekecek. Bana (ya da size) kalsa çok daha iyi talimatlar veririz ama bizi dinlemezler; oysa siyasal iktidarı ve onun liderini dinlemek zorundalar.
Daha kestirme söyleyelim:
Türkiye’nin zorlu sorunlarını çözmek için güçlü bir parti ve partisine tamamen hakim bir başbakan gerekir.
Şimdi soralım:
O parti AKP midir?
O başbakan bu Başbakan mıdır?
Kimse AKP’nin ve onun Başbakanının geçmişte attığı -ve hemen hiçbirinin arkasını getirmediği (getiremediği değil, getirmediği)-bazı adımları hatırlatmasın.
Öfke, hatta nefret dilini hitabet sanatı sanan, demokrasinin bir uzlaşma sistemi olduğunu kavrayacak siyasal kültürden yoksun, konuşurken gitgide “birinci tekil şahıs” kullanmayı huy edinmiş, sabıka kaydında nal gibi “işkenceci” olduğu yazan bir polis müdürüne sahip çıkmayı marifet bellemiş, “Yargıya talimat verdim, onlar da gereğini yerine getiriyorlar” gibi bir cümle kurabilen…
Daha sayayım mı?
Evet, böyle bir Başbakan'dan ve böyle bir başbakanı bağrına basan, varsa itirazlarını yalayıp yutan bir partiden söz ediyorum.
Onda hâlâ ışık görmenin, “isterse çözebilir” beklentisini yaygınlaştırmanın, Kıbrıs’tan Ermenistan’la ilişkilere, yeni ve özgürlükçü bir anayasadan, Taksim Meydanı projesine ve ille de ülkenin kanayan yarası Kürt (PKK değil Kürt) sorununa çözüm getireceğini (getirebileceğini değil getireceğini) savunmanın kof bir iyimserlikten öte herhangi bir anlamı ve inandırıcılığı olabilir mi ?
Olamaz!..