Bıkıp usanmadan ekilen zehirli düşmanlık tohumları kanlı çiçekler açtı; nefretin diliyle konuşmayı huy ve marifet bellemişler muradına erdi, 2’si Suriyeli, 35’i yurttaş 37 insan artık yaşamıyor.
OHAL benzeri uygulamalar hız kesti. “Büyük kentlerin önemli kavşaklarına tanklar mevzilendi, askeri birlikler kavşakları tuttu, sokağa çıkma yasağı kondu…” gibi sıkıyönetim ve darbe günlerini anımsatan görüntüler de görünmez oldu. Ülkenin nasıl bir kıvılcımla lanetli bir iç savaş ortamına sürüklenebileceği herkesin ve her kesimin bilincine çıktı.
Böyle dehşet günlerinin ardından ülkeyi yönetenler ne yapar?
Kestirme cevap: Gerginliği silecek, yurttaşların bilinçlerine ve yüreklerine seslenen barış ve huzur çağrıları yaparlar. Hukuk devletinin kurumları devreye sokulur; katillerden, şiddet bağımlılarından adalet önünde hesap sorulması için sakin ama kararlı adımlar gecikmeden atılır…
Peki bugün olan ne?
Trafik cinayetleri nasıl “trafik canavarına” ihale edilip eller yıkanıyorsa, sorumluluktan kurtulunuyorsa dört kanlı günün sorumluluğu ya “provokatörlere” yıkılıyor, ya da “Benden başka herkes sorumlu, herkes suçlu” edebiyatına sığınılıp üste çıkılmaya çabalanıyor.
Üstüste kimine gülerek, kimine söverek, kiminde “Yok artık” diyerek inciler dinliyoruz.
Cumhurbaşkanı olan zat babasının adının verildiği imam hatip lisesinin açılışında gürlüyor:
“…Kobani’yle Türkiye’nin ne alakası var? İstanbul’un Ankara’nın ne alakası var? Siirt’in Diyarbakır’ın ne alakası var? Kobani’deki 200 bin kardeşimiz sığınmak istedi de içeri mi almadık? Daha ne istiyorsunuz ya?”
Sahi daha ne istiyoruz?
Aynı zat “Gazze Türkiye’nin iç sorunudur… Myanmar Türkiye’nin iç sorunudur… Mısır Türkiye’nin iç sorunudur” dediydi. Ona dönüp, aynı üslup ve aynı mantıkla “Haklısın yav. Onların hepsi de ya Türkiye’nin bir bölgesidir ya da sınırımızın hemen öte yakasındadır. Oysa Kobani öyle mi? Kobani, Papua-Yeni Gine’den ötede bir kasaba. Hatta belki Mars’ta” demek var ama sığ polemiklerle oyalanma günlerinde değiliz.
Büyük Türk büyüğü Yalçın Akdoğan da koroya bir başka inciyle katıldı. HDP yönetimini hedefledi:
“…Bir siyasi parti böyle eylemsellik çağrısı yapamaz” buyurdu.
Bu defa da ona dönüp “Eylem çağrısı yerine “eylemsellik çağrısı denince daha bir entellektüel olunuyor anlaşılan” deyip ardından “HDP başlattı, HDP bitirdi, buyurdunuz, Peki, bu sırada siz ne yaptınız acaba” diye sormak var ama dedim a, gün sığ polemiklerle oyalanma günü değil.
Bitmedi… Anayasasında “Hukuk devleti” yazan bir ülkede yürütme erkinin tepesine kurulmuş zat da konuştu ve Bingöl’de polis şefine yönelik alçakça olduğu kuşku götürmez, ama epey de karanlık noktalar taşıyan saldırının ardından Genç ilçesi yakınlarında “dur” ihtarına uymayıp ateş açarak kaçmaya kalkışan 5 kişiden dördünün öldürüldüğü operasyona değinip “Olayın olduğu andan itibaren gerekli talimatlar verildi ve teröristler bir iki saat içerisinde cezalandırıldılar” buyurdu.
Devletleşme kılıfındaki bir aşiret düzeninde bu anlaşılabilir bir tavırdır. Hatta o dört kişiyle yetinilmeyip yakınlarına, akrabalarına kan davası bile güdülebilir. Ancak bir hukuk devletinde yürütme erkinin görevi “yakalamak”tır. “Cezalandırma” ise yargı erkinin tekelindedir.
(Parantez açıyorum: Emniyet Müdürü Atalay Ürker’in ağır yaralandığı, Emniyet Müdür Yardımcısı Atıf Şahin ile koruma ekibinden Başkomiser Hüseyin Hatipoğlu’nun yaşamlarını yitirdiği bu kalleş saldırının haklı öfkesiyle “Ne yani öldürmeyip de besleyelim mi” itirazı, itiraz sahibini ancak o sözün asli sahibi Kenan Evren kadar haklı ve çağdaş kılar. Hukuk devleti olmak Anayasa’ya bunu yazmakla değil, en kritik anlarda bile hukuktan sapmama titizliği ile mümkündür. Zor biliyorum. Zaten bir ülkenin sahici bir hukuk devleti olabilmesi de kolay değildir. Parantezi kapıyorum.)
Evet, yürütme erkinin başındaki zata bunlarız söylemek var ama dedim a, gün sığ polemiklerle oyalanma günü değil.
* * *
Birbirimize laf yetiştirmeye çabalamak kolay. Üç kanlı günün sorumluluğunu kendimiz dışında herkese yıkmaya çalışmak kolay.
Ama beş gün önce Kobani düştü düşecek kaygılarıyla konuşuyor, bir çare arıyor, oradaki Kürtlerin IŞİD çetesinin eline geçmesini ne yapıp edip önlemenin yollarını tartışıyorduk.
Değişen ne?
Kobani düştü düşecek. Tanka, ağır silahlara karşı tüfekle savaşan PYG birlikleri birer birer kırılıyor. BM açıkladı, kentte savaşçıların yanısıra 700 dolayında çoluk, çocuk, yaşlı, kadın ve erkek var.
Tartışmak, birilerini suçlamak için önümüzde uzun günler var.
Kobani’nin ise günleri değil saatleri, dakikaları var.
Hükümet’in davranması bir insanlık ödevi, oturup seyretmenin ise bir insanlık suçu olduğu pek açık değil mi? ABD ve müttefikleri parmaklarını kımıldatmadan laf öğütüyorlar. Kobani’nin kaderini değiştirmesinin mümkün olmadığını bile bile hava saldırıları ile idare ediyorlar. Doğru. Ama onların ayıbı, suçu Türkiye’nin ellerini yıkaması için bir gerekçe olabilir mi?
Efrin ve Cezire kantonlarındaki PYG birliklerinin geçebilecekleri bir koridor açmak çok mu zor ve çok mu sakıncalı?
Beş gün önce içtenlikle tartıştığımız, ve beş gündür pek de ilgilenmediğimiz Kobani’ye, orada işgalci ve vahşi bir çetenin saldırısına karşı doğup büyüdükleri, atalarının mezarlarının, çocuklarının okullarının bulunduğu toprakları savunan Kürtlere yardıma koşmak bir komşuluk ödevi ve yükümlüğü değil mi ?