Kim bilir kaç defa yazıldı.
1948’de, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Hitler’in Avrupa’daki Yahudileri yok etmesine seyirci kalmanın utancını da taşıyan İngiltere ve Amerika ortaya bir öneri attılar:
“Vatansız halka, halksız toprakları verin!..”
O vatansız halk Yahudilerdi.
3 bin yıl önce doğup büyüdükleri topraklardan sürülmüşlerdi ve yeryüzünün dört bir köşesine dağılmışlardı. Gittikleri hemen her yerde kötülüklerin kaynağı, felaketlerin sebebi olarak görülmüşler; pogromların (=Kitlesel cankırımlarının) hedefi olmuşlar; gettolarda yaşamaya zorunlu kılınmışlar; İspanya’dan, Rusya’dan sürülmüşler; başta Almanya olmak üzere Polonya’da, Hollanda’da, Belçika’da, Fransa’da, İtalya’da Nazi cellatlarınca toplanıp ölüm kamplarında yok edilmişlerdi.
Onlara bir vatan bulmak ve o vatanın 3 bin yıl önce ayrılmak zorunda kaldıkları “vaadedilmiş topraklar” olması insanlığın bir vicdan borcunu ödemesiydi. Doğruydu.
“Halksız topraklar” dedikleri Filistin’di. Bütün dinler için kutsal sayılan Kudüs’ü de kucaklayan topraklar…
Ama o toprakların halksız olduğu kocaman bir yalandı.
O topraklarda binlerce yıldır Filistin Arapları ve topraklarından kopmamış Filistin Yahudileri yaşıyordu.
Aslında Filistin toprakları her iki halkı da barındıracak, besleyecek kadar geniş ve elverişliydi. Ancak dünyanın dört köşesinden vaadedilmiş topraklara akan Yahudiler, orada yaşayan Araplarla bir arada ve barış içinde yaşamaktansa Amerika’nın ve İngiltere’nin siyasal gücünü, askeri desteğini arkalarına almanın; vaadedilmiş topraklara dönmek yerine oraya dönen Yahudilere çok geniş mali destek sağlamayı yeğleyen uluslararası Yahudi sermayesinin siyasal ve mali gücüne yaslanabilmenin sağladığı olanaklarla zorbalığı tercih ettiler, Filistin Araplarını yok saydılar,yok etmeyi hedeflediler.
Tarihin en büyük acılarını yaşamış mazlum bir halk, Filistin Araplarına en büyük acıları yaşatan bir zalim bir halka dönüştü.
Ölçüsüz zulüm Filistin Araplarına şiddeti siyasal mücadele yöntemi olarak benimsemekten başka bir seçenek bırakmadı.
Yahudilerle Araplar arasına binlerce yıl önce girmiş olan kan yeniden alevlendi; düşmanlık tohumları yeniden boy attı.
Araplar, “Israil bu topraklardan kazınana kadar savaş” derken, Israil “Araplara diz çöktürmek, kollarını kanatlarını kırmak için her yöntem ve yol mübah ve meşrudur” dedi.
O gün, bu gün barış umutlarını yeşertecek her adımın “doğmadan boğulduğu”, şiddetin her defasında daha azgınlaşarak tırmandığı bir Filistin gerçeğini yaşamaktayız.
* * *
Araplar ve Yahudiler artık barışmaları, bir arada yaşayabilmeleri neredeyse imkansız iki düşman.
Oysa onlar amcaoğlulları.
Kutsal kitaplar da (Kuran, İncil ve Tevrat), Ortadoğu söylenceleri de bunu anlatıyor.
İbrahim’in (=Abraham’ın) oğullarından İshak’tan (İzak’tan) İbrani kavmi; İsmail’den (Samuel’den) Arap kavmi doğdu.
İbraniler Musa dininde kaldılar. Onlara Musevi dendi.
Araplar Muhammed’in dinini seçtiler. Onlara Müslüman dendi.
Ama dinsel farklılık onların amcaoğulları olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Ve onların amcaoğlu olması kanlı birer düşman olmaları gerçeğini de değiştirmiyor.
* * *
Bu satırlar yazılırken, Gazze şeridinde daracık bir yaşam alanına kıstırılmış Arapların üstüne Israil ordusu ölüm yağdırıyor. Çözümü sadece militarist yöntemlerde arayan, aşırı sağ ile onun da sağı demek olan faşizan bir çizgi üstünde gidip gelen Netanyahu hükümeti bırakınız barış umudunu, ateşkes imkanını bile yok eden bir “şahinler politikası” sürdürüyor.
Karşısındaki Hamas koalisyonunun güçlü kanatları ise barış umutlarını karşı yönden söndüren bir güç halinde her türlü uzlaşı yolunu tıkamakta.
Ve kan ırmaklarının kan göllerine dönüştüğü bu günkü koşullarda dini nedenlerle ve siyasal islamın bilinçaltında kök salmış Yahudi düşmanlığı ile, sorgulamaksızın Hamas’ın yanında saf tutmak da, “büyük Israil” düşünü diri tutan yayılmacı Siyonizmin desteğini almış Israil militarizmini hoşgörmek de, zulmünü “kendini savunma” kılıfının ardına gizleme çabalarını kabullenmek de vicdan sahibi herkesten uzak olsa gerek.
Ama bu tarafsız kalmak, seyirci olmak, son günlerin moda deyimi ile her iki tarafa eşit mesafede durmak gibi kavranırsa sadece ve sadece kararmış bir vicdan anlamı taşır.
Hele hele bir ara susmuşa benzeyen silahların yeniden patlamasına “Bisikletle giden bir Filistinliyi vuran Israil sebep oldu… Hayır hayır, Hamas üç Israilli genci kaçırıp öldürdü de o yüzden…” gibi bugünü açıklayamayacak gevezeliklerle oyalanıp “Esas suçlu kim” dedektifliğine soyunmak tek kelimeyle ayıp…
Gazze limanı bitişiğinde top oynayan dört çocuğun parçalanmış bedenlerinde simgelenen sivil kadın ve erkeklere yönelen Israil vahşeti bir insanlık suçudur.
O suça karşı “Israil’i sivil hedeflere karşı dikkatli olmaya çağırmak”la yetinip, ardından “Israil’in kendini savunma hakkını destekliyoruz” demeçleri ile vicdanları kanatan Batı’nın tutumu da insanlık suçudur.
Susmak ve Gazze halkının yanında saf tutup sesini yükseltmemek de insanlık suçudur…