Ayça Atikoğlu

30 Ağustos 2024

Yık, 20 yıl sonra yine yık, hep yık!

Nazik ve neşeli olmak istiyorum. Sesim huzur frekansı yaysın istiyorum. Şiddet haberlerini okumak istemiyorum ama kreşendo şeklinde artan şiddet insana sürekli çelme takıyor. Şerbetliyim, bu yaşta üstünden atlar geçerim diyorum, kapıyı, pencereyi sıkı sıkı kapatayım diyorum yine olmuyor…

Cadde'nin molozlarından, trafiğinden kaçıp Hisar'a taşındığımızda dönemin "Belediye Başkanı Muharrem Ergül semtimize gazeteci geldi" diye bizi akşam yemeğinde ağırlamış ve ülkenin asayişi en yüksek bölgesinin Beykoz olduğunu söylemişti iftihar ile, 20 sene önceydi. Şimdilerde huzur yerini kavga - gürültüye, madde kullanımına, lümpenliğe bıraktı. Bir en varsa o da Beykoz'un en metrosuz, en toplu taşımasız bölge olduğu.

Geçtiğimiz gün mahalle kuaföründe sıramı bekliyorum. Üst kattan gelen çığlıklar ürkütücü hâl aldı. Bir kadın sesi. Arkadaşım üs kattaki sinir krizi geçiriyor, arada oluyor dedi. Derken eşyalar kırılmaya, tiz çığlıklar ortayı kasıp kavurmaya başladı. Derken kapı açıldı içeriye ağzı burnu kan içinde bir delikanlı girdi, kibar mı kibar, aile şiddetinden kaçmış.

Ban saçımı boyatmaya gelememiş miydim? Kendimi göz yaşları içinde gencecik çocuğa pansuman yaparken buluyorum. Aile kavramı öyle büyük bir gürültüyle yıkılıyor ki sizi her yerde buluyor.

Hafta içi yıkım haberleri sürekli olarak gazete manşetlerini işgal etti. Tarım arazileri, orman alanları madenlere peşkeş çekilirken, villa kentler için askeri araziler servis ediliyor, yıkımdan göz gözü görmüyor. Bunlar içinde iki yıkım haberi daha geldi.

Ülkenin en yoğun yıkımlarının gerçekleştiği ilçe olan Kadıköy'de Rexx Sineması'nın yıkılmasına karar verilmiş. Kurul, Rexx'in "kültürel miras" olmadığına karar vermiş. Eğer nesiller boyunca izlediğimiz binlerce film, yaşadığımız onca duygu ve düşünce fırtınası, nice aşıkların ve arkadaşların buluşma noktası da kültürel miras değilse, miras nedir? Taş mı?

Rexx Sineması'nın bulunduğu Barlar Sokağı olarak bilinen Kadife Sokağı'ndaki arsada 1900'lu yılların başında Febus Tiyatrosu bulunuyormuş, adı sonra Apollon olmuş. Tiyatro sonradan değişen adıyla Hale Sineması oldu ve tarihimizde önemli bir yere sahip aslında. İlk Müslüman kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale'nin kimliğini gizleyerek ilk sahneye çıktığı yer burası. Afife'nin oyunculuğu o kadar çok beğenilmiş ki 1920 sonbaharında yeni oyunlarda da rol almış, kendisini engellemeye çalışan polisin karşısına ise halk dikilmiş.

Dikilmiş dikilmesine ama dönemin Emniyet Müdürü ipin ucunu bırakmamış, Afife'nin Şehir Tiyatroları'ndaki işine son verilmiş. Sonrası malum ver elini hüzün…

Böylesine kıymetli bir bina 1961 yılında yıkılarak mimar Maruf Önal tarafından Rexx Sineması olarak inşa edildi. O günden geçtiğimiz yıla kadar da hayatımızın bir parçası olmaya devam etti. O kadar ki gençliğimizde tam arkasındaki binada oturan arkadaşım Şule'de yayılır, filmlerin seslerini dinlerdik o bile zevk verirdi.

Dört nesil gittiğimiz ender binalardan biri daha yok oluyor. Kültür sanat faaliyetleri belediyenin birinci dereceden yükümlülük alanı değilken 140 kişilik kültür sanat ekibi kuran Kadıköy Belediyesi için ne kötü bir durum bu. Kapının girişinde heykeli duran Afife Jale'nin kendilerine nasıl kızgın baktığının da mı farkında değiller…

Diğer yıkım haberi Ankara'dan, üniversite yıllarımın, o vur kır içinde belki de ender nefes aldığımız yerlerden biriydi Kızılırmak Sineması. 1960'tan beri sinemaseverlere hizmet veren, aynı Rexx gibi seçtiği filmler hep belli bir kalitede olan bir sinemaydı. Sahibi yıkım kararına direnememiş. Makinisti mesleğe veda ediyor, malum filmler artık dijital.

Sabiha Sultan'ın sarayı City's avm oldu

Batı'da yüzlerce yıllık salonlar ayakta kalırken bizde betonun ömrü, inşaat kalitesi ortalama insan ömrü kadar bile olamıyor. Yık, 20 yıl sonra yine yık, hep yık. İstanbul'un, memleketin sismik bölgede olduğu yeni fark edilmiş gibi bu sefer de deprem bahanesi ile yık. Askeri bölgeleri, orman, tarım arazilerini madene sat, zehirle toprağı, yık, daha çok yık. Buca, Bayburt her yer aynı olsun, kimliksiz binalar, AVM'ler. AVM demişken Vahdettin'ın kızı Sabiha Sultan için yaptırdığı sarayın Nişantaşı City's AVM olduğunu biliyor muydunuz?

Bu vesile ile Mubi'de başlayan Aslı Özge'nin yönetmenliğini yaptığı ve başrolde babasını oynattığı "Faruk" filmini izleyin derim. Henüz kentsel dönüşüm mağduru olmadıysanız da yaşanan dramın büyüklüğünü anlamanıza yardımcı olabilir, insanların evlerinden koparılırken mazilerinden, rutinlerinden, sokaktaki kedilerden de koparıldığını, bir yas süreci yaşadığını, yeni apartmanlara eski hayatların sığmadığını anlamanızı kolaylaştırır ve her yıkımın beraberinde aile yıkımlarını da getirdiğini, insanları birbirine düşürdüğünü.

Sahi ne zamandan beri evden evren yaratmaya başladık?

Türümüz yüz binlerce yıldır "dışarıda" yaşıyor, korunma ve sosyalleşme amacıyla barınaklar inşa ediyor.

Biz orada yaşarken ev de içimizde yaşamaya, hayal gücümüzle yükselmeye, hikayelerimizi oldurmaya, bazen hayatımızı karıştırmaya başlıyor.

İnsan için evin her zaman ikili bir anlamı olmuştur; içerisi /dışarısı, aile/toplum, bireysel/ kolektif, mikrokozmos/ makrokozmos, sığınak/sergi, hikaye/tarih. Yani aslında bir yaşama antropolojisidir ev.

Batı'da ev dünya görüşünün merkezine yerleşir, anlam yüklenir. Arkadaşımın Roma yakınlarındaki evine gitmiştim birkaç yıl önce. Kalın taş duvarlar, olmayan kalorifer sistemi, insanın kemiklerine işleyen aralık soğuğu, tarihi musluğun pıt pıt su damlatması kemiklerime kadar dondururken o, 12. yüzyıldan kalma aile evini tarihsel miras olarak öpüp başına koyuyordu. Evlerin çoğunun 12. yüzyıldan kalma olduğu küçük yerleşim merkezinde temizliğe giden tek kadın Fatma idi. Kürt'tü, saçlarını kazıtmıştı. "Apo çıkana kadar kazıtmaya devam" demişti. "İtalyanların b*klarını temizlemek de bana düştü" diye söyleniyordu.

Binalı Yıldırım, İstanbul'a belediye başkanı seçilebilmek için: "Binlerce projem var" demişti. Oysa Roma belediye başkanının projesi olmaz, görevi bellidir: KORUMAK.

İtalya'da "yuva yapmak" uzun bir hafızayla, sonsuzlukla iletişim kurmak demektir. İtalyanlar için ev gelenek, sağlamlık, yatırımdır, şehirler yüzyıllardır dayanıklılık ve değişmezlik üzerine büyümüştür.

Londra'ye 20 yıl gitmeseniz de şemsiyeciyi aynı köşede bulacağınızı bilirsiniz. ABD'de sömürgecilikten kalma bir mimari anlayışı ile büyük ya da küçük evler kurabiye ev formunda inşa edilirdi (patlayan yeni zenginlikle form değişti şimdilerde).

Dünyanın birçok yeri için ev hikâye, umut, hayal gücüyken bizim için ev korunma sandığı idi o da depremle yerle bir oldu, sandıktan tabutluğa döndü.

Bir çöküş çağı deneyimliyoruz. Ev meselesi de bu çöküşün bir parçası. Elbette sığınaklara da ihtiyacımız var. Bu sığınaklardaki hareketsiz nesnelere ihtiyacımız var. Bir deniz kabuğu, pullu bir kartpostal, bir kitabın sayfalarının arasındaki ezilmiş bir yaprağın sizi ışınladığı anlara…

Bu şiddet ve moloz yığını bombardımanında hâlâ düşünebilmeyi başarabilirsek ev meselesinin giderek kurtuluş sandığı olmaktan çıkıp yarattığı tahribat ile büyük bir tehdide dönüştüğünü görebiliriz.

Evden evren yaratırken, Evren'i yok ediyoruz; büyük günah, büyük suç.

Neşeli, nazik olmak istiyorum, sesim huzur frekansı yaysın istiyorum oysa kendimi gelmiş geçmiş bütün sorumlulara beddua ederken buluyorum…