Ayça Atikoğlu

18 Ocak 2025

Serenay aşık mıydı gerçekten?

Rekabet Kurumu, gerçekten dizi sektöründeki mağduriyete sebep olanları ortaya çıkarmak istiyorsa soruşturmayı 21 teşebbüs ile, Serenay’ın aşkı, Ayşe’nin işi ile sınırlı kalmaması gerekiyor. Sektörün tekelcileri belli zira, tüm kanallardalar

Yıllar önce Erdal Öz’ün Nişantaşı’ndaki şık evinde yazarlarına verdiği akşam davetlerinden biriydi, bu sefer konuğu Nobel Ödüllü yazar Amos Oz’du. Beni Oz’la tanıştırırken şöyle gazeteci falan diye övmüş, o da bana merak ettiği şeyleri sormuştu. Merak ettiklerinden biri de Türk basınındaki ücret skalasıydı, ben de “Ben 500 TL alıyorum baş yazar 50 bin TL” deyince attığı kahkaha bugün gibi kulaklarımda, salon çınlamıştı adeta. Espri yapmadığımı ünlü yazara zor inandırmıştım…

Hemen her konuda yaşadığımız kamuoyu sorumsuzluğu (gazetecilik adı altında) yıllar içinde suç ortaklığına dönüştü. Dönemin ünlü patronunun gazetecilere Maksim Gazinosu kültürü ile yaklaşıp assoliste bolca para, yayın yönetmenine villa, sendikasızlaştırdığı muhabirleri ise üç kuruşa kapatması ile (açığın yemek davetleri, yurt dışı geziler ile kapatıldığını düşünerek) gazetecilik giderek küme düştü, gazeteciler ise dizilerde bile itilip kakılan tiplemeye dönüştü.

Kamu görevlisi gazeteci figürünü hâlâ temsil edenlerin çoğu sahadaki şerefli muhabirler, hâl böyle olunca çok uzun yıllardır sorunlar kişilere indirgenerek ‘kaka adamlar’a dönüştürülüp üstü örtülüyor: Kürt meselesi ‘çocuk katili Apo’ klişesi ile, SGK’nın özel hastanelerdeki uygulaması ile başlayan yolsuzluklar, AKP’nin sağlık politikası (2002-2019 yılları arasında Sağlık Bakanlığı hastanelerinin sayısı 774’ten 895’e üniversite hastanelerinin sayısı 50’den 68’e çıkarken özel hastaneler 271’den 575’e yükseldi) sanki birkaç kötü adam meselesiymiş gibi “yenidoğan çetesi” ile örtbas edilmeye çalışılıyor.

Mesele neredeyse 20 yıla yayılan bir süreç ve aileler yenidoğan üniteleri ile donatılmış özel hastanelerde çok uzun zamandan beri mağdurlar, yani mesele birkaç kötü adam olayı değil ama öyle imiş gibi paketleniyor. Basın yine başrolde...

Şimdilerde gündemde olan epey eski bir başka olay, yani TV /dizi sektöründeki tekelleşme ise sulandırılarak aşk hikayesi ve hırslı kötü kadın meselesine indirgenerek yine hasır altı edilecek.

Oysa evinizde, oturduğunuz koltuktan TV izlerken bile görebiliyorsunuz tekelleşmeyi, sektör üç beş yapımcının elinde. O kadar ki bir yapım şirketinin yöneticilerinden biri bir dijital platformun başına getirildi. O geldikten sonra yerli/yabancı en çok izlenen bu platformun hangi şirketlerden ne kadar iş aldığına bakarak bile Rekabet Kurumu işi çözer.

Kanalların eski yöneticilerinin daha sonra hangi yapım şirketlerine ‘danışman’ olduklarına bakmak da Rekabet Kurumu’nun işini kolaylaştırır.

Ali Eyüboğlu Milliyet’teki köşesinde bir yapım şirketinin, TV yöneticisinin çocuğunun yurt dışındaki eğitim masraflarını ödediğini yazdı el yükselterek.

Menajerlerin cast ajansı gibi çalışması, Ayşe Barım’ın engellenemez yükselişi zurnanın son deliği.

Hâl böyle iken Türk adaletini temsilen hakim, Serenay Sarıkaya’ya aşkının gerçek olup olmadığını sormak durumunda kalıyor...

Durum böylesine acıklı seyrediyor.

Rekabet Kurumu, gerçekten dizi sektöründeki mağduriyete sebep olanları ortaya çıkarmak istiyorsa soruşturmayı 21 teşebbüs ile, Serenay’ın aşkı, Ayşe’nin işi ile sınırlı kalmaması gerekiyor. Sektörün tekelcileri belli zira, tüm kanallardalar.

Irak işgalinde İngiltere’nin rolünü inceleyen komisyon, İngiliz istihbaratının Saddam’ın kitle imha silahı ürettiğine dair raporu, bir Hollywood filminden ‘Rock’tan esinlenerek uydurulduğu bilgisine ulaşıyor.

Yani diziler bazen devlet tarafından bile referans alınabiliyor, Rekabet Kurumu da ciddiye alsa iyi olur.

Selim İleri’nin cenazesinde imamdan sapkınlık uyarısı

Tarihteki en büyük keşif cehaletin keşfi, çiftlik besiciliğinden başlayarak insanlık tarihi suçluluk tarihi aynı zamanda.

60 milyon yıl sonra gezegenler nerede olacak? Evrensel atalarımız kim? Ata dedemiz kabul edilen Luca kavramı 1859 ortaya çıktı mesela. Kâinatı kapsamlı bilmediğimiz için hangi evrende yaşadığımızı asla öğrenemeyeceğiz.

Yani bildiğini varsaymak çok akıllıca bir şey değil bu ölümlü dünyada.

Geçtiğimiz günlerde Türk edebiyatı bir neferini kaybetti, Selim İleri’yi. Vaniköy Camii denize cephesi ile güzel bir cami. Selim’in oradan uğurlanmak istemesi şaşırtıcı değil. Ama geri kalan her şey şaşırtıcı idi. Vaniköy tarihinde görmediği bir kalabalığı ağırlıyordu, arabalar, polisler, insanlar.

Selim bayrağa sarılı tabutunda, yani başında çok üzgün Türkan Şoray, oyuncular, yayıncılar, yazarlar, gazeteciler, İstanbul Valisi, eski cumhurbaşkanlarından Abdullah Gül, bir ara gelip kalabalıktan zor yol alan Üsküdar Belediye Başkanı Sinem Dedetaş, yakın arkadaşları Canan-Cemil Barlas

Türkan Şoray, Selim İleri'nin cenazesinde

Soğuk havada hepimiz ayakta durmaya çalışıyoruz, hâl böyle iken hutbe merkezinin imamı aldı sazı eline, uzunca süren konuşmasında sık sık ‘sapkınlık’tan uzak durmamız uyarısını yaptı. “Kadına benzemeye çalışan erkeklerden, erkeğe benzemeye çalışan kadınlardan olmayın” dedi, ortalığı boş bırakmamak için dizi sektörüne de değindi, sapkınlığı teşvik eden dizi ve filimler konusuna girdi, sapkınlık diyor başka bir şey demiyor.

İmam hem el yükseltti hem de cüret.

Ertesi gün bir ressam arkadaşım ile konuşuyoruz telefonda, şaşkınlıkla anlatıyorum ‘Size müdahale yapılmamış, öneri getirilmiş, Bebek Camii’nde Arhan Kayar’ın cenazesinde imam “Yaka fotoğraflarınızı ters çevirin dedi” diye anlatmasın mı…

Buyurun bir el yükseltme, cüret etme örneği daha...

Prof. Murat Çokgezen’in bir makalesi var ‘Devlet Sizi Daha Dindar Yapabilir mi? Türkiye Deneyiminden Kanıtlar’ diye. Araştırmalar gösteriyor ki devlet müdahalesi dine zarar veriyor.

Din siyasetle ilişkilendirilince, siyasetçiye olan öfke dine öfkeye dönüşüyor, imama kızan camiden ayağını çekiyor yani.

Memlekette cüretkârlık resmî kurumların dışına, sokağa da taşmış vaziyette çok uzun zamandır.

Sabah, Gündüz Vassaf ile konuşuyoruz memleketin hali üzerine: “Geçtiğimiz haftalarda İzmir’e davetliydim bir konuşma yapmak üzere, salon tıklım tıklım, millet ayakta, iltifatlar falan memnun mesut havaalanına geldim. Baktım 1,5 saat bekleyeceğim boş durmayayım diye günlüğüme notlar almaya başladım, içinde Deniz Gezmiş’in adının geçtiği gözlem notları. Derken arkamda bir bağırma duydum, meğer bir adam tepemde durmuş yazdıklarımı okuyormuş. Adam avaz avaz bağırıyor, komünistlikle falan suçlayarak. Herkes susuyor, ben de sustum ama adam susmuyor sesini yükselttikçe yükseltiyor, derken adam polis aramaya başladı, ben de polis aradım adamı şikâyet etmek için. Neyse polis geldi epey bir süre sonra, adamı sakinleştirmeye çalıştı” diye anlatmasın mı…

Bir tarafta Gündüz’ü ayakta alkışlayanlar diğer tarafta ‘suçlu’ muamelesi yapmaya çalışan bir ‘deli’ diyelim hadi…

Sadece ana ve güne bakmamak, tüm zamanlara bakmak gerekiyor anlayabilmek için.

Gündüz ile telefonları kapatırken gülüyorduk, filmi ileriye sarmıştık...