Tüylü şapkası, omuzlarını açıkta bırakan giysisi, gözlerinizin içine doğrudan, görüyormuş gibi bakışıyla pek etkileyici olan kadın henüz bilmiyor ama yakında bir kasanın içine hapsedilerek, yollara revan olacak, Milano'daki Palazzo Reale'den St. Petersburg'a doğru…
Avrupa ile Rusya arasında patlak veren soğuk savaşın sansasyonel bir ayağı da sanat oldu. Olay adeta rehine değiş tokuşuna döndü. Kültüreler arası diyaloğun askıya alınmasının en garip ve tarihi süreci yaşanıyor diyebiliriz. Belki şiddet yok ama sembolik değeri güçlü bir savaş bu. Yani, sanat bir kez daha pazarlık kozu ve uluslararası diplomasinin nesnesi haline geldi.
Avrupa'daki sanat eserlerinin geri çağrılma süreci geçtiğimiz günlerde St. Petersburg'daki Hermitage Müzesi'nin Müdürü Mikhail Piotrovsky imzalı "tebligat" ile başladı. Piotrovsky, Avrupa'nın birçok kentinde devam eden sergilerde yer alan Rusya çıkışlı eserleri "Rusya Kültür Bakanı'nın kararı ile geri istediğim için üzgünüm. Bu kararın size büyük rahatsızlık vereceğini tamamen anlıyorum ve anlayışla karşılayacağınızı umuyorum." diye yazıyor, nakliye ve ambalaj işlemini üstleneceklerini bildiriyordu.
Yetkililerin Piotrovsky'nin aşağıdan alan ve gerçekten üzgün olduğu belli olan bir dille kaleme aldığını söylediği mektuba göre Rusya eserlerin ait olduğu meşru müzelerine geri gönderilmesini emrediyor.
Böylece Roma, Milano, Paris, Amsterdam ve daha birçok Avrupa kentindeki sergiler bitmeden eserler elçi olma niteliğinden koparılıp görülme ve diyalog olanağından yoksun bırakılıyorlar.
Örneğin, Paris'te sergilenen Morokov koleksiyonu 2 Nisan'da bitecekti ama şimdi kapılarını kapatıyor. Manet, Monet, Pissarro, Loutrec, Renoir önümüzdeki günlerde yola çıkıyor. Milano'dan Tiziano, Picasso vd. yine yollara koyulacaklar eserler arasında.
Odessa'da İsa'nın heykeli kaidesinden çıkarılıp sığınağa indirilirken Belarus ve Ukrayna'daki Rus sanat eserleri ne olacak kim bilir. Sanatta sınır ve çatışma olmadığını anlatmaya çalışmak fazla mı naif kaçıyor?
Buralar zaten haşin topraklar, güzelliğe düşman topraklar ama "katil" Batı bir yandan öldürürken diğer yandan güzelliği kutsar. Filmlerde, dizilerde, otobiyografik yapıtlarda dikkatinizi çekmiştir, Hitler dahil birçok katil iç dünyasına çekildiğinde sanatın yüce değerlerine sığınır, odaya kapanıp Mahler dinler falan… Bu savaşta işler böyle gitmedi. Güzelliğin bizi bir anlık mutlu etmesi gibi oyunlara girilmedi. Sözde kültürlerarası diyalog oyununa devam edilmedi. Sanat bir "koz" olarak şiddete karşı tehdit görevini yerine getirdi, getiriyor.
İtalyan ressam Tiziano'nun Genç Kadın isimli tablosu
Mario Varlas Llosa ve Svetlana Aleksiyevic "Susamayız, bekleyemeyiz!"
Birçok Batı kentinde savaşa karşı toplantılar yapılıyor. Şöyle bir göz attığımda ortak payda şu:
- 1990'larda hâlâ Batı var gibiydi ama bugün artık inandırıcı bir Batı modelinden söz etmek mümkün değil.
- Batı ve Amerika için geride bıraktığımız süreç insanlık açısından boşa harcanmış bir tarihtir ve dolayısı ile yeni bir Batı inşa etmemiz gerekiyor. Düşünmeye başlamamız gerekiyor.
- Stalin'in soykırımı Ukrayna'da derin izler bıraktı. Ukraynalıların hafızasında soykırım var. Zelensky'nin Yahudi olması tesadüf değil.
- Putin'in deli olduğunu anlamak için çok fırsatımız oldu ama onu görmezden gelmeyi seçtik. Şimdi, gerçek ile yüzleşmek zorundayız.
- Tekrar var olmak istiyorsak varlıklı olmayı değil, direnmeyi seçmeliyiz vs. vs.
Berlin'de bu hafta, 1933'te Nazilerin kitapları ateşe verdiği Bebeplatz'da toplanan yazar, çizer, aydınlar da aşağı yukarı bu minval üzerinde görüşler bildirdiler ve "Ukrayna ile birlikte Avrupa'yı da korumak zorundayız." diyerek seslerini yükseltmeye çalıştılar.
2015 Nobel Edebiyat ödülü sahibi Svetlana Aleksievic ve Mario Vargas Llosa'nın telekonferansla katıldığı toplantıda "Susamayız, bekleyemeyiz." dediler.
Nasıl, ne yapacaksınız, ne yaptınız ki daha önce diyen iç sesime birisi tercüman oldu. İranlı yazar Navid Kermani: "Kullandığınız doğalgazla bile Rusya'yı destekliyorsunuz." dedi.
Menfaatler, menfaatler...
O yüzden, Kiev Meydanı'nda Herman Makarenko yönetiminde, Avrupa Birliği'nin sembol müziği Beethoven'ın "Mutluluk" parçasını çalarak Avrupa'ya sesini duyurmaya çalışan Kiev Senfoni Orkestrası dinlerken çaresizliğimiz drama, gözyaşına dönüştü...
Batı ne çabuk unuttu, eli sıkılmayan ama alkışlanan Von Karajan'ı
1980'lerin ortasıydı. Dönemin Almanya Cumhurbaşkanı Weizsacker, Berlin'in 750. yıl dönümü vesilesi ile büyük bir davet vermişti Charlottenburg Sarayı'nda. Katıldığım en kalabalık davetlerden biriydi. Yabancı misyon tam kadro oradaydı keza dünya basını da. Atıştırmalıkların biri gidiyor diğeri geliyor, içkiler su gibi akıyordu. Çok gösterişli bir geceydi.
Biz Türkiye'den üç gazeteci gitmiştik. Milliyet'ten ben, Cumhuriyet'ten Okay Gönensin, bir de Tercüman'dan bir arkadaş.
Davet sahibi olarak Almanya Dış İşleri Bakanlığı bir de jest yapmıştı, Berlin Filarmoni'nin konserine bilet vermişti. Şef Herbert von Karajan'dı.
Konser salonu da ilerleyen yaşına rağmen hâlâ karizmatik ve çok yakışıklı olan von Karajan da çok etkileyici idi. Bir ara alkış için hep ayağa kalkan komşu koltuktaki Alman'a bilgiçlik taslamak için "Naziliği çabuk unutuldu galiba." gibi bir laf attım. O da dönüp "Elini sıkmıyoruz, alkışlıyoruz sadece." dedi.
İyi cevaptı, hiç unutmadım.
Malumunuz, Herbert von Karajan 20. yüzyılın en önemli müzik otoritelerinden biriydi. 34 yıl Berlin Filarmoni Orkestrası'nı yönetmişti. 1933- 1945 yılları arasında Nazi Partisi'ne üye olmuş, kelleyi de koltuğu da korumuştu.
Ama bu koruma Savaş sonrasında ona pahalıya patladı, saygınlığı yerle bir oldu. Ne var ki, talih yardımına yetişti. Belki de büyük dehası, Herbert von Karajan bir Müttefik Mahkemesi'nce aklandı ama insanların gözünde aklanması ise çok daha uzun sürdü. 1955'te ABD'de halkın karşısına çıktığı ilk konserde acayip yuhalandı…
Sonra ne mi oldu? Hiiiç, Viyana'da, Salzburg'da, Milano La Scala'da, Londra, Paris, New York Senfoni Orkestralarında orkestra şefi olarak parlak kariyerini sürdürmeğe devam etti.
Von Karajan gerçekten de 20. yüzyılın en önemli müzik insanlarından biriydi. Sadece önemli bir şef değildi, akıl almaz kulağı ile müthiş bir yorumcuydu da.
Ünlü şefin sanat kariyerine 1983 'te orkestra üyeleriyle sürtüşmeye başlayana kadar kreşendo halinde devam etti. Bu sürtüşmeler altı yıl kadar sürdü. 1989 yılında, 1908 doğumlu sanatçı sağlık nedenleri ile istifa etti. Kısa bir süre sonra da hayatını kaybetti.
Yani Valery Gergiev'i Münih Filarmoni'nin başında istemeyen Almanlar, Nazi Partisi üyesi bir şeften vazgeçmeyi düşünmemişlerdi bile.
Şov devam edemez
The Guardian "Şov devam edemez" diye başlık atmış.
Etmiyor da... Bolşoy'un yönetmeni Tugan Sokhiev istifa etti "Şoktayım, hiçbir savaş haklı olamaz. Şeflikten de yöneticilikten, çok sevdiğim orkestradaki arkadaşlarımdan ayrılmak çok zor ama..." diyerek. Onu baş balet Jacabo Tissi takip etti ama savaşı kabul edemeyeceklerini söyleyerek.
Londra'da ise istifa değil, işten kovulma oldu. Royal Opera House'un Rus baş balerinin oturumu iptal edildi.
Venedik Bienali'ndenki Rus Pavyonu'nun küratörü Raimudas Malasauskas da istifa etti "Savaşı hiçbir şart altında kabul etmeyeceğini" açıklayarak.
Pink Floyd da Putin'i dize getirme kampanyasına katkıda geri kalmadı. 1987'den bu yanaki müzik kayıtlarını dijital platformlardan çekti.
Avrupa'nın belli başlı şehirlerindeki içinden "Rus" geçen tüm sergi ve kitap etkinlikleri de durduruldu.
Geçmişte pek rastlamadığımız toplu bir sanatsal direniş diyelim.
Putin etkilenecek gibi mi? Umuyoruz. Bakalım, göreceğiz.
Hayvanların evlattan ayrılmadığı savaş
Biz çok darbe atlattık. Çevremizdeki ülkelerimizde çok savaş oldu. Bir kısmı tüm hızıyla devam ediyor ama Ukrayna savaşında ilk kez hayvanların da evlat olduğunu, arkada bırakılamayacağını gördük.
Eskiden de hayvanlar savaşın parçasıydı ama daha çok yardımcı unsur olarak. Katır sırtında malzeme, insan taşıma falan gibi. Kaderleri ve kederleri kimsenin umurunda değildi.
1946 yazında Amerikan nükleer denemesinde binlerce keçi, domuz ve fare kurban edilmişti örneğin. Metal kafeslerde önlerinde bir avuç saman, bir kova su ile ölümü bekleyen hayvanlar İtalo Calvino gibi yazarların yüreğini titretmiş ama insanlığın pek umurunda olmamıştı.
Suriye, Afganistan, Irak'tan hala göç dalgası devam ediyor ama Ukraynalılar yüzyıllardır Evrim Teorisi, zooloji, primatoloji vs. gibi nice teorinin dolduramadığı insan-hayvan ayrımını hayvanlarını arkada bırakmayarak. Göçlerine, sığınıklarına, hatta alışverişe bile kutularında, kucaklarında taşıyarak vicdanları ile çürüttüler.
Bilenler zaten biliyor ama hayvanların korkuları bizimkilerden farklı değil. Onlar da soğuktan, açlıktan, kendini güvensiz hissetmekten, mülteci ve göçmen olmaktan alabildiğine ürküyorlar.
Mesele şu, ahlakımız dualizme dayandığı sürece hep bir dışlama olacak.
Bu dışlama meselesi de sonumuz olacak. Hayvanlarımız bizi insanlaştırıyor. İnsani koridorumuz onlar.
ACILARI ACIMIZDIR.