Ayça Atikoğlu

04 Ağustos 2024

Kenan Işık'ın uyanmayışına hiç şaşırmadım

Buraya izlemek değil, müdahale etmek için geldiğimizi bize anlatmaya çalışan insanlardı aramızdan ayrılanlar

İnsanlık hafızasında bir yer, bir zaman işgal ediyoruz; ne için?

Bu son iki hafta içinde "ne için" geldiklerinden emin olan, varoluşlarını sanat ile, edebiyat ile gerçekleştiren, birçok neslin de varoluşuna ışık tutan, sesleri ile refakat eden isimler aramızdan ayrıldı.

Bayağı bir fakirleştik, ıssızlaştık. Onları sürekli görmüyor olsak da bu coğrafyayı paylaştığımızı, var olduklarını bilmek çok kıymetliydi. Yaşatılmaya devam edilecekler kuşkusuz ama yine de işte…

Genco Erkal'ı ilk seyrettiğimde ilkokuldaydım. Asker babamın görevi dolayısı ile yaşadığımız İzmir'e gelmişti Gogol'un "Bir Delinin Hatıra Defteri" ile. Aile zoru ile getirildiğim o salonda ne anladığımı hatırlamıyorum ama sanatın ciddi bir şey olduğunu fark etmiştim.

Genco Erkal

Ama galiba onun gitmesinden daha üzücü olan, sesini ilk duyduğum 60'larda yaşanan dünyadan daha bayağı bir dünyaya veda etmesi oldu. Kulaklarımızdan hiç gitmeyecek tınısı ile söylediği Nazım Hikmet'in "Akrep gibisin kardeşim korkak bir karanlık içindesin, akrep gibi (….)" dizelerinin bugün her zamankinden daha geçerli olması oldu. Geldik, gidiyoruz akrep hâlâ sokuyor.

Malum Türkiye'nin burcu akrep…

Afşar Timuçin'i 70'i yılların başında Felsefe Dergisi ile tanımıştım. Orta ikinci sınıftaydım ama beni asıl etkileyen lise birinci sınıftaki ağabeyimin yazdığı mektuplara uzun uzun cevap veriyor olmasıydı.

Gencecik bir çocuğu ciddiye alıyordu. Ağabeyim gözümde iyice bir yücelmişti, demek cevap verilmeye değer sorular soruyordu. O neslin felsefe yaparken bile halka yabancı olmaması, yukarından bakmaması çok kıymetliydi benim için. Bir de tabii "kurtarmak" gibi bir dertlerinin olması.

Nitekim 2015 Pen Şiir Ödülü'ndeki bildirisinin son bölümü şöyleydi: "Kendilerini şiire adayanlar, yüce duyguların gerçek savaşçıları, gelin hep birlikte dünyayı şiirle kurtaralım, çünkü bugünkü koşullarda şiirden başka hiçbir şey bize aydınlıkların yolunu açacak gibi görünmüyor."

Gerçekten de içinde bulunduğumuz bu bilinmezlikle dolu gürzde bizi bizden yine biz kurtarmak zorundayız. Başka kurtarıcı yok. Şiirle, tepkiyle, eylemle, haber ile artık elimizden ne geliyorsa…

Kenan Işık

Sevgili Kenan Işık ile tanışmamız ise 90'larda oldu. Bir mektup vasıtası ile. Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni olarak bir saldırı altındaydı. Onu savunan bir yazı yazmıştım. Bir gün Göztepe'deki eve postacı bir mektup getirdi. Kenan Işık şiir gibi birkaç satır ile teşekkür ediyordu: "(…) Tam boğulmak üzereyken lomboz gibi kurtardınız" bölümünü hatırlıyorum. Lomboz benzetmesine bayılmıştım (hiçbir şey saklamadığıma şimdi çok pişmanım).

Boğaz'a taşındığımızda yakın düştük. Ortak arkadaşımız Ayşenur Özturanlı vasıtası ile daha sık görüşmeye başladık. Eski bir söyleşisinde: "Eski fotoğraflarla, geçmiş yaşamımla alakam yok benim. Asla açıp bakmam eski resimlere. Benim için dün diye bir şey yok. Dün silinmiş, yaşanmış ve bitmiştir. Basında çıkmış röportajlarım, resimlerim de yoktur bende. Kesip saklamam. Pişmanlık duymak, ileride 'Keşke böyle yapmasaydım' cümlesiyle karşılaşmak istemiyorum. Yaşanan yaşansın ve bitsin istiyorum. Hep geleceği, yarını organize etmek gibi bir duygum vardır. Belki tiyatro sanatçısı olduğum için. Hep böyle mutsuz ve düşünceli oluşum bu yüzden olabilir. Mesela bir yere gittiğimde hiç eğlenmem. Hep yarın ve yapacaklarım vardır aklımda" diyordu.

Oysa bizimle hep koyu bir muhabbet tuttururdu, eğlenirdi.

Yılbaşına doğru bir geceydi. Ayşenur'lar bizdeydi. Kenan'ı aradığımda "Çok isterdim ama ATV'nin balosuna gitmek durumdayım, köprüyü geçtim" dedi. Yarım saat sonra üstünde smokini, elinde çiçekleri kapıdaydı. Muhabbet sabah dörde kadar sürdü.

Öyle mutluydu ki, kıs kıs gülüşü ile…

Ama öyle gitmedi. Sauna sonrası düşüp aramızdan ayrıldığında muhtemelen hayatının en kırgın günlerini yaşıyordu.

Gezi sonrasıydı. Şehir Tiyatroları Yönetmenliği sırasında yapılmış bir söyleşi servis edildi. Servis edildi diyorum çünkü röportajın başı sonu kesilmişti. "Bize karışmadı, rahatça çalıştık, ılımlı bir ortamdı" falan gibi Recep Tayyip Erdoğan'ı öven bölümü yayımlandı. Tamamı yayımlansaydı sonrasına dair söylediği yergiler de çıkacaktı.

Oysa AKP yönetimine karşı net tavır almıştı. Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin yerinde kalması için mücadele etmiş, Tiyatro Yönetmeliği değişince de istifa etmişti. Şehir Tiyatrosu'nda olmadığı zaman bile bir arkadaşımızı sırf solcu olduğu için yönetime seçilmesi için çalışmış, seçtirmişti de. Toplantıyı izlediğim için bizzat şahit oldum.

Söyleşinin tüm haber kanallarında yayınlanmasının ardından aradığında inanılmaz derece üzgün ve kırgındı. Dört, beş saatlik bu son konuşmamızın özeti "Sesimi duyuracağım hiçbir mercii yok"tu.

Sesine taptığımız adam, sesini duyuramıyordu. Uyanmayışına hiç şaşırmadım.

İnsanlığın ortak mirası, ortak vicdanı vardır. Bir filmi tek kelimesini anlamadan izleyip bambaşka biri olarak çıkabilirsiniz. Bu dünyanın gidişatına karşı el kaldırarak, seyirci olmaya isyan ederek çıkabilirsiniz o salondan. Buraya izlemek değil, müdahale etmek için geldiğimizi bize anlatmaya çalışan insanlardı aramızdan ayrılanlar.

Evrensel hırtlık

Hayvan toplama meselesine hiç girmeyeceğim, yer gök yıkılıyor zaten. Ama bu konu da AKP'lilerin "önce insan" yaklaşımının nasıl temeli yoksa (zira insan bu gezegene birçok hayvandan milyonlarca yıl sonra geldi), CHP'lilerin de galiba hiç eylem temeli yok.

Neydi o ellerine kanlı eldiven geçirip eğlenmeleri, birbirlerinin fotoğraflarını çekip gülmeleri. Çok üzücüydü. Dışarıdaki aç susuz, bir deri bir kemik hayvanlar ile hiç mi empati yapamıyorlar? O neyin neşesiydi öyle? Asık surata gerek yok, ama ortada gülünecek bir durum da yok.

Artık hiçbir şey beni şaşırtamaz diyordum ki, şaşırdım. Hürriyet Gazatesi'nde uzun yıllar aile ve çocuk yazıları yazan Ömür Kurt adlı gazeteci arkadaş Kadıköy Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü'ne getirilmiş. 140 kişilik ekibiyle Kadıköy'ün kültür politikalarına yön verecekmiş.

Belediye Başkanı ve Kurt'un gülen fotoğraflarının altına bir de tabela fotoğrafı yer alıyor: "Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Genel Sanat Yönetmeni - Ömür Kurt."

Ağzım açık kala kaldım. Kadıköy gibi kültür dünyamızda benzersiz yeri olan bir yere? 140 kişilik ekip bir kültür kurumu için bile çok fazla, hele ki sanat ile ilişkisini pek anlayamadığımız Kürt'ün sanat yönetmeni sıfatını kullanması...

Aydın Gün de sanat yönetmeni değil miydi? Yeni bir sıfat yaratmak gerekecek o zaman.

Selahattin Demirtaş ile Yiğit Bener'in birbirlerine değmeden kaleme aldıkları "Arafta Düet" mizahı ile, barışa çağrısı ile hemencecik okunan sıcak bir roman.

Romanda Louis Ferdinand Celine'in "evrensel hırtlık" kavramına dem vuran bölümü özellikle hoşuma gitti: "Evrensel hırtlık"…