Ayça Atikoğlu

29 Ağustos 2022

İtalya’da ılık bir faşizm rüzgârı

Giorgia Meloni, ulusal sınırları sivil haklardan daha çok önemsiyor, mültecilerden, yabancılardan kurtulmak istiyor. Çok paradoksal ama yeni bir isim eski geleneklere dönmek istiyor

Kadın başbakanların sayısının artması ile gelenekçi Batı‘da ortalık epey şenlendi. Ne giydikleri, nasıl eğlendikleri her gün renkli sayfaları süslüyor. Seksen iki yaşındaki Nancy Pelosi’nin rengârenk giyim tarzı, Kamala Harris’in güçlülük imgesinin altını çizen takımları, Emilie Enger Mehl‘in popa göz kırpan kostümleri, bikinili pozları, Yeni Zelanda Başbakanı'nın sadeliği, Sanna Marin’in genç eğlence anlayışını iktidara gelince bırakmamış olması falan filan.

Bunlara şimdilerde bir yenisi eklendi; İtalya‘da esen Giorgia Meloni rüzgârı. Brüksel’e uzak, egemen bir İtalya isteyen Meloni, Orban‘a,  Vox’a, Le Pen‘e yakın duran sarışın bir genç kadın. Şansölyeyi rahatsız, Brüksel‘i huzursuz eden, piyasaları şaşırtan, İtalya‘yı heyecanlandıran, bir önceki iktidarı aşırı kaygılandıran Giorgia Meloni, 25 Eylül‘deki seçimlerde “İlk kadın başbakan” olmaya adım adım yaklaşıyor. Bununla da yetinmeyip parlamenter sistemi değiştirip başkanlığa geçip Cumhurbaşkanı olmayı hedefliyor. Fratelli d’İtalia’yı (İtalya‘nın Kardeşleri) temsil eden Meloni, Berlusconi ve ırkçı Salvini ile koalisyon kurup başa geçmek için Müslüman, göçmen karşıtlığını ana söylem yapıp hiç de “Anaç” bir tutum izlemezken “Ben anayım, kadınım, Hristiyanım!” diye avaz avaz bağırıyor kürsüden.

Kurtarıcılardan bıkan halka “Çitleri çekelim, barikatlar kuralım, Tanrı, aile, ülke üçgenini yeniden inşa edelim.” diye seslenen bu 45 yaşındaki, çıtı pıtı sarışın Haziran ayında İspanya‘da aşırı sağcı Vox‘un mitinginde ateşli bir konuşma yaptı, geniş yığınların duymak istediklerini söyledi: “Vatan, bayrak, millet, kürtaj, cinsiyet kimlikleri, göçmenler, İslam hepimizin sorunu, hedefimiz aynı.” dedi açık açık.

Orban‘ı sık sık Budapeşte‘de ziyaret eden, Le Pen‘in “Meloni’yi tanıyorum ama henüz dans etmedik.” dediği (Salvini ile etmişti galiba, herhalde onu kastediyor) Giorgia Meloni Hristiyan kimliğinin savunulmasını ve refaha geri dönmeyi dilinden düşürmüyor. Genç siyasetçi ulusal sınırları sivil haklardan daha çok önemsiyor, mültecilerden, yabancılardan kurtulmak istiyor. Çok paradoksal ama yeni bir isim eski geleneklere dönmek istiyor.

Faşizmin “Bitişinden” 30 yıl sonra doğan Georgia Meloni kendisini faşist olarak tanımlamıyor: “Faşizm ile serinkanlı bir ilişkim var. Mussolini benim için tarihten bir yaprak.” diyor.

Bölünmüş bir ailenin obez çocuğu iken siyaset ile yeniden doğuyor

Giorgia Meloni Romalı burjuva bir baba ile kenar denilebilecek bir mahalleden işçi ailesinin kızı bir anneden doğuyor. Şanslı başlıyor hayata. Roma‘nın kuzeyinde, Camillaria semtinde, iki yanı ağaçlı yolların çerçevelediği, bahçeli şık evlerden birinde otururlarken tüccar baba o henüz iki yaşındayken bir tekneye atlıyor ve Kanarya Adaları’na gitmek için ailesini terk ediyor.

Anne Anna yıkılmadım ayaktayım diyor ve iki kızını ayakta tutabilmek için her işi yapmaya başlıyor ama şans bir kere dönmeye görsün, 1981 yılında Giorgia ve Arianna‘nın odalarında unuttukları mum hayatlarına ikinci darbeyi indiriyor, evleri yanıyor. Anna bunun üzerine Roma‘nın öbür ucunda, Garbatella‘da kendi ailesine yakın küçük bir daire alıyor. 45 metrekare, kanepesiz, yemek, ders çalışma ve geri kalan her şey için kullanılan tek bir masanın bulunduğu bu dairede sıfırdan bir hayat kurmaya çalışıyor.

Giorgia Meloni‘nin Dickensvari hayatı böyle başlıyor. 9 yaşında 65 kilo bir kız olarak yeni taşındıkları sokaktaki çocuklar tarafından aşağılanıyor, oyuna alınmıyor. Boşanmış bir ailenin obez çocuğu. Tam Başka Tanrı’nın çocuğu durumları yani…

Ama o çocukluğundan dem vurduğunda “Çok sevildim” diyor. Herhalde anne tarafını kastediyor çünkü birkaç yıl önce babasının ölümünden sonra verdiği bir demeçte “İçimdeki sevilmemenin yarattığı inanılmaz boşluğu o ölünce anladım.” diyor. Aslında iki kardeş yıllar sonra San Sebastian‘da lokanta açan babalarını ziyaret etmeye başlıyorlar ama adam nasıl bir iflah olmaz maceraperest ise son gittiklerinde onun yerine sevgilisi ile yetinmek zorunda kalıyorlar.

Babası Franco‘nun maceracılığı kadar komünist olması, annesinin ise sağcı olması kuşkusuz Giorgia’nın seçiminde rol oynuyor ve 1992 yılında henüz 15 yaşında lisede okurken Fratelli d’İtalia‘nın gençlik kollarının kapısını çalıyor. Çalış o çalış, çabuk yükseliyor. 29 yaşında Parlamento’ya giriyor, 2 yıl sonra ise bakan oluyor. Faşist olmayan bir muhafazakâr profili çizmeye çalışıyor, liderliğe oynuyor. Sonrası malum…  

Giorgia Meloni gelenekçi söyleminin arkasında hiç de gelenekçi olmayan bir ilişki yaşıyor. Yakışıklı İtalyan gazeteci ve televizyoncu Andrea Giambrano ile uzun yıllardır birlikte. 2016 yılında Ginevra adlı bir kızları oluyor ama evlenmeyi düşünmüyorlar. Birçok kadın siyasetçi gibi o da son derece oportünist erkeksi bir ahlak anlayışı sergiliyor.

Piacenza’da bir Pazar sabahı cadde ortasında Gineli bir genç tarafından tecavüze uğrayan 55 yaşındaki Ukraynalı kadının videosunu paylaşarak güya protesto etmesi ülke çapında büyük tepki gördü. Bir kadın olarak seçim malzemesi, yabancı düşmanlığı yapmak için, bir başka kadının mahremiyetini dünyaya yayması erkek siyasetçileri bile iğrendirdi.

İtalya gibi barışçıl bir ülkenin başına geçmesi beklenen öfkeli kadın, Avrupa’nın göçmenlere yönelik öfkesinin ürünü mü?  

Sonuçlandırma sanatı

Memlekette kimse kaptığını bırakmıyor.

Gitmek bu kadar zor mu? İfşa oluyor gitmiyor, suçüstünde yakalanıyor istifa etmiyor, rezil oluyor, adı listelerde dolaşıyor başka kanala geçip sırıtıyor, zina yaparken yakalanıyor, bina yaparken yakalanıyor aldırmıyor… Herkes herkesin ne mal olduğunu biliyor ama sırtlan sırıtması ile burnunu karıştırarak arkasını dönüp bir güzel uyuyor adı dillerde dolaşanlar...

Sonuçlandırma sanatı bu topraklarda neredeyse imkansız.

Yaşayan efsane Roger Federer‘in tenisi bırakma aşamasında olması (Muhtemelen bir yıl içinde) üzerine İngiliz yazar Geoff Dyer “The Last Days of Roger Federer” diye bir kitap yazdı. Kitapları Türkçe‘de Everest Yayınları‘ndan çıkan yazar bu kitabı ile ilginç bir denemeye imza attı sonuçlandırma sanatının aslında iyi bir başlangıç olduğuna dair.

Gerçekten de belirleyici olan “Son” aslında nasıl başladığından daha önemli nasıl biteceği.

Bu makale nasıl bitecek mesela? Yazmaya daha yeni başladım ama nasıl biteceği kaygısına düştüm bile.

Louis Gluck‘un nasihatını anmanın tam sırası: “Mükemmel bir son yoktur. Sonsuz sonlar vardır. Ya da belki bir kez başladığında, sondan başka çare yoktur.” Amin.

Evliliğin “Mutlu son” diye adlandırıldığı yıllar geride kalmaya mahkum değil mi? Başlangıç ne kadar harika olursa olsun önemli olan nasıl biteceği. Belki de hayatı ne kadar kutsarsak kutsayalım hepimiz terminal yolcusu olduğumuzu bildiğimiz için böyle…

Belki bu yüzden “Son” kelimesi iddialı bir çağrışım yapar: “Paris’te Son Tango”, “Son İmparator”, “Son Öpücük” vs.

Günlük yaşamımızda bile günü uğurlamanın ayrı bir lezzeti vardır. Gün batımını izlemeye doyamayız.

Hayat hep ışık sözcüğü ile eşleştiriliyor ya, hayat ışık ise o ışık nasıl sönecek?

Bu bana Salah Birsel‘in benzer bir anısını hatırlattı. Lisede falandım okuduğumda, yeni kitabı çıkar, Cumhuriyet‘te kocaman ilanı yayınlanır, karısına “Bugün artık telefonlar durmaz uff” diye söylenir ne var ki akşama kadar telefon bir kez bile çalmaz. Umutsuz bekleyiş geç saatlerde bir arkadaşın araması ile son bulur. Salah Bey tebrikleri kabul eder, telefonu kapattıktan sonra şıngır mıngır göbek atar…

İkiye dönersek, şunu eklemek gerek; erken bırakanlar belki daha ilginç bir dünya bulacaklarını düşünürler. Her şey kişinin nasıl yaşayacağını bilme yeteneğine bağlı.

Hiçbir şey ömür boyu sürmez, hayat bile.

Peki, Federer final maçında ne hissedebilir? Önemli değil artık. Topu at gitsin …