Oğluyla akşam yemeğini bitirip bulaşıkları toplarken arayan muhabirden öğrenmiş 2024 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığını Güney Koreli yazar Han Kang.
Han Kang
Guardian'a göre yazar bu haberi şaşkınlıkla karşılamış, sıradan bir günün akşamıymış ve hazırlıksız yakalanmış, yani ödül alır mıyım diye yüreği ağzında bekleyenlerden değilmiş.
‘Tarihsel travmaları ele alma biçimi ve yaşamın kırılganlığını açığa çıkaran yoğun şiirsel düzyazısı ‘ile bu yılın sürpriz kazananı oldu Kang. Hazırlıksız yakalandı ama 10 Aralık’taki ödül törenine hazırlıklı çıkacağı kesin, çünkü demokrasinin olmadığı ülkelere dair söyleyecek sözü var.
Nobel Edebiyat Ödülünün bu yılki favorileri arasında Çinli Can Xue, Avustralyalı Aborjin yazar Alexis Wriht, kıdemliler arasında ise Salman Rushidie, Margaret Atwood, Huraki Murakami falan vardı.
Bir milyon dolarlık ödülü İsveç Akademisi veriyor ve özellikle edebiyat ödülünü alanların bir kısmının bu para ile Toscana’nın uçsuz bucaksız çayırlarında taş ev aldığı istatistiki olarak biliniyor.
Hang Kang’ın Türkçede April Yayıncılık’tan çıkan dört kitabı var: Beyaz Kitap, Çocuk Geliyor, Vejetaryen, Veda Etmiyorum.
Şimdilerde Seul’da oturan yazar 1970 yılında Gwanju’da doğdu, Seul Ulusal Üniversitesi’nde Kore Dili ve Edebiyatı okudu.
Hang, okulu bitirir bitirmez yirmi yaşında bir yayınevinde editör olarak çalışmaya başlamış. Genç yaşından itibaren şiir ve düzyazı olarak birkaç kitap yayınlamış olsa da onu batılıların kalbine götüren ilk kitabı 2007’de yayınlanan ‘Vejetaryan’ oldu. Rüyasının peşinden giderek et yemeyi, ardından yemeyi bırakıp bir ağaca dönüşebileceğini hayal eden Yeon-hye’nin hikayesi insanlara saflığın ve masumiyetin önemini hatırlattı, içini ısıttı.
2016 yılında Man Booker Ödülü’nü alarak dikkatleri çeken yazarın en etkileyici kitabı ise kuşkusuz ‘Human Acts.’ Birçok dile çevrilen kitap 1980 Mayıs’ında Chun Doo-hwan’ın askeri darbe yapıp Gwangju kentine tanklarla girmesi ve askeri darbeye isyan eden çoğu üniversite öğrencisi gençlerin üzerine ateş açarak yaptığı katliamı anlatıyor. Batı basınında pek yer almayan bu katliamda 3 bine yakın ölüm yaşandı. Yazar yapıtının hem gerçek hem kurgu olduğunu söylüyor ve yaşayanlarla ölüler arasında bağ kuruyor, işkencelerin dehşetini yaşayıp hayatta kalanlar, acıyla baş etmek zorunda kalanlar, geçmiş ile şimdinin birbirini kovalaması….
Çok da tanımadığımız bu kıymetli yazara bırakalım sözü:
“20 yaşında bir edebiyat dergisinde editör olarak çalışıyordum. Kısa öykülerden oluşan bir derlemeyi yeni yayınlamıştım. O dönemde her yıl başında yeni günlüğümün açılışını şu iki cümle ile yapma alışkanlığı edinmiştim: ‘Şimdiki zaman geçmişe yardımcı olabilir mi? Yaşayanlar ölülere yardım edebilir mi?’
İnsan eylemlerinde geçmişin tekrar eden bir kabuk gibi belirdiği doğru. Ancak bu son kitabımı yazarken sanki geçmiş şimdiki zamana yardım ediyormuş gibiydi. Ne zaman pes edecek olsam roman kahramanlarımın gücü karşısında şok oluyordum, onlar gerçekten onlarmış gibi geliyordu. Ölüler bana yardım ediyordu.
Sayısız haber okudum, arşiv taraması yaptım, tanıklarla konuştum, yaşanan trajedinin büyüklüğüne edebiyatın müdahil olması gerektiğini düşündüm.
Başından beri kitabın mum ışığında aydınlatılan bir sahne ile başlayıp bitmesine karar vermiştim. Çünkü romandaki karakterler ile ölülerin ruhlarının alev ışığında bize döndüğüne inanıyorum. Sonunda mezarlıkta ben bir mum yakıyorum. Son sözümde anlatılanların yüzde 75’i doğru, geri kalanı ben uydurdum.
Kitaplarımın baş kahramanları hep istismar edilen bedenler. Dürüst olmak gerekirse 20 yaşına kadar dindar yaşamış bir Budist olarak bedeni zihinden ayırmaya alışık değilim. Düşüncemin merkezinde hep insan bedeni var, sevilen, acı çeken, hasta, kırılgan bedenler…
Aslında ‘Vejetaryan’da da topluma odaklandım, insana odaklanmışım gibi algılansam da. Katliamı anlatırken bazı insanların olağanüstü bir insanlık gösterdikleri durumlar olduğunu gördüm ve bunu aktarmayı çok önemsedim, çünkü vicdanımızı diri tutan bu insanlar. İnsan eylemlerini yazmak beni değiştirdi, insani şiddetin derinliği beni şoke etti ve üzdü. Öyle bir titizlikle yazmak istedim ki bu anı bir daha lekelenmesin, üstünde tek bir leke bile olmasın…
Demokrasi açığı pek çok ülkede var. Sanırım 20. yüzyılda hemen hemen her ülke derin yaralar aldı.
Benim esas meselem İnsan nedir ne değildir?
Bunu merak ediyorum. Şu anda özellikle onur sorununa odaklandım. İnsanı insan yapan nedir?”
Barış Ödülü verilmeli miydi gerçekten?
Malumunuz Nobel Barış Ödülü, İsveç değil Norveç Komitesi tarafından veriliyor. 1897’den bu yana 19 kez ödül verilmedi, çoğu savaş yılları olduğu içindi. Verilen bazı ödüller için pişmanlıklar da oldu resmi dille açıklanmasa da örneğin Kenyalı Maathai’nin 2004’te Nobel’i alması ödülün ruhuna ihanet olarak kabul ediliyor. Aslında bu liste alabildiğine uzatılabilir, savaş suçlusu Barış Ödüllü sayısı hiç de az değil.
Komite Başkanı ve en genç üye Watne Frydnes ise barış kavramının 1901 iradesinin ötesine taşımanın doğru olduğuna inanıyor. ‘Bu kriterler yıllar önce yazılmıştı. Barışa dair yorumumuz da toplum da değişti’ diyor.
Ancak şimdilerde sadece Nobel’in önemine dair değil, barışın varlığı konusunda da şüpheler var, Nobel Komitesinin bu yıl barış ödülü vermemesi gerektiği de birçok yayın organında yazıldı.
Ama yine Frydes’a göre ‘Huzur çok önemli, uçurumun kenarında olsak bile barış istemeliyiz, ödül aynı zamanda yeni nesillere bir teşvik.’
Nitekim ödül Japon Nükleer Silahlarla Mücadele Kuruluşu Nihon Hidankyo’ya verildi ancak kuruluşun eş başkanı Mimaki: ‘Ödülü Gazze’de çalışan insanlar almalıydı. Gazze’de kanlar içindeki çocuklar ebeveynleri tarafından taşınıyor. Tıpkı 80 yıl önce Japonya’da olduğu gibi’ dedi.
Yani Komite ödül vererek de yaranamadı.
Barış ödülü tarihsel olarak da baş ağrıtmış bir ödül. Norveçli tarihçi Asle Sveen yaptığı incelemede devlet başkanlarına verilen ödülün aktivistlere verilenlerden daha çok eleştirildiğini görmüş. Örneğin 1991 yılında askeri rejime muhalefeti dolayısı ile hapiste olan Kyi’ya verilmişti ödül, ancak Kyi 2016 yılında iktidarda iken Robingya azınlığının ordu tarafından katledilmesini kınamadı bile.
Bir diğeri ise 2009’da, başkanlığının ilk yılında ödülü alan, daha sonra Yemen ve Pakistan’a insansız hava aracı saldırılarını artıran ve Suriye’de sivillere yönelik katliamlar karşısında suskun kalan Barack Obama. Diyorum bu liste aslında say say bitmez, Henry Kissenger gibi bir şahinin alması ise tabii ki bu ödülü tüm zamanlar nezdinde zan altında bıraktı.
Bu arada bu kararların alabildiğine bağımsız alındığının da altını çizelim, komite ne hükümet ne de parlamento tarafından kontrol edilmiyor ve bazen misillemelerle karşı karşıya kalabiliyor. Örneğin 2010 yılında ödülün o sırada hapiste olan Çinli aktivist Liu Xiaobo’ya verilmesiyle ciddi bir diplomatik kriz yaşandı. Pekin, somon ithalatının engellenmesi de dahil olmak üzere Norveç’e bir dizi misilleme yaptı. Ama Norveç geri adım atıp elleri ovuşturmadı.
Zaten komitenin başında da Pen Başkanı genç bir sivil aktivist olan Frydnes’in olması bağımsız kalma kararlılıklarının göstergesi.