Cannes Film Festivali, bu yıl 14-25 Mayıs tarihlerinde düzenleniyor
Salman Rüşdi hep kaçtığı ölüme yaklaştıktan sonra piyasaya çıkardığı yeni kitabı ‘Knife’ta (Bıçak) cinayet teşebbüsünün hayatının en mutlu anında geldiğini anlatıyor:
“Pandemi, savaşlar, iklim krizi, faşizmden medet uman hükümetlerin tehditkâr geri dönüşüyle boğuşan zamanımızda mutluluk neredeyse bir tabu. Ölümcül bir mutsuzlukla hasta olan bu dünyada kendimizi içtenlikle mutlu ilan etmeye ne hakkımız var?
Ancak felaketten bir dakika önce, bıçakla üzerime saldırılmasından bir dakika önce hayatımda daha önce hiç olmadığım kadar mutlu olduğumu hissetmiştim. Her türlü duygusal hırstan vazgeçmiştim, sevdiğim kadın yanımdaydı, çocuklarım yetişmişti, yazar olarak pekişmiş bir şöhretim vardı ve fetvayı artık geride bırakmıştım. Gerçekten çok mutlu olduğum bir andı.”
Mutluluk meselesi, arayışı düşündürücüdür hep, mutluluk köpeğiniz gibi ıslık çaldığınız anda gelmiyor. Rastgele geliyor ve aynı hızla gidebiliyor. Dikkatiniz dağınıksa geldiğini görmezsiniz bile. Simenon romanı gibi, o büyülü anın ardından pat diye suç işlenir.
Patti Smith havuzda boğulmasına ramak kala Meksikalı aşçı tarafından kurtarılır, “Ondan sonra hayatımın en güzel yemeklerini yedim, kurtarıcımın pişirdiği” der mesela. Kurtuluştan sonra gelen iştah…
Türbülansta verdiğimiz sözler…
Mutluluk arayışını gençliğimden beri biraz arsızca bulmuşumdur, mutsuzluktan korkmaya da gerek yok aslında, insanlıktaki iyiliği ortaya çıkarır bazen, yüzeyselliği soyar, özü ortaya çıkarır.
Ve tabii aynı Rüşdi’nin yarım kalan mutluluğu gibi Allah biz program yaparken kıs kıs gülebilir de, katil yıldırımın çarpan ışığı ile cinayet işlerken güvenlik kameralarına yakalanabilir mesela.
Hakan Aksay’ın lezzetle yazdığı, uzun uzun incelediği o güzel hüzünlü kız ile uçaktan beraber inselerdi mutlu olurlar mıydı?
Son 6 ayda mutlulukla ilgili binden fazla kitap yazıldığını okudum bir haberde, az bilgi çok duygu getirir derler.
Cannes’da Kremlin’e ilham veren Rus şair 9 dakika ayakta alkışlandı
Kameralar daha çok kırmızı halı şıklığına odaklansa da bu yıl 77. Cannes Film Festivali “yoksulluk eylemi” ile başladı.
“Ekranların Arkasındaki Yoksulluk” kolektifi üyesi bir grup Festival Sarayı’nın çatısına çıkarak pankart astı. Aşağıda da ıslıklı protestolar yapıldı. Film sektöründeki sözleşmeli işçiler ve sinema sektörü çalışanları çalışma şartlarına artık dayanamayacaklarını haykırdılar.
Yaşanan politikalara tepkisini farklı şekilde sergileyenler de vardı. Cate Blanchet’in zarif tuvaleti Filistin bayrağı rengindeydi, savaşı karşıtı söylemler de az değildi. Filmlerin de bir kısmı doğrudan politikti, Donald Trump’ı konu alan ‘Çırak’, Çin tehlikesine zum yapan Ji a Zhang gibi.
Ama uzaktan anlayabildiğim kadarı ile tam 9 dakika ayakta alkışlanan Rus filmi ‘Limanov-The Ballad of Eddie’ büyük beğeni kazandı ve bizi önemli bir ‘kahraman’ ile tanıştırdı.
Savaş başlayınca Rusya’dan kaçarak Almanya’ya sığınan (annesi Ukraynalı) muhalif yönetmen Kiril Serebrennikov bugün Rusya’nın geldiği noktayı anlayabilmemiz için yakın geçmişe odaklanmış ve şair, yazar, yönetmen, Rus milliyetçisi, sıra dışı sanatçı, yasaklı Ulusal Bolşevik Partisi, Diğer Rusya Partisi ve Ulusal Bolşevik Cephe’nin lideri Edouard Savenko’yu (1943-2020) anlatmayı seçmiş.
Kitaplarını Limanov takma adıyla yayınlayan Savenko’yu yakından tanıyan Fransız yazar Emmanuel Carrere’nın yazdığı yarı kurgusal romandan yola çıkan yönetmen, Moskova, New York, Paris’te serserilik yapan, geri döndükten sonra Sibirya’ya sürülen şairin sıra dışı yaşamına ve aşklarına odaklanmış ‘THe Ballad of Eddie’ adlı filminde:
“Bu film size Putin’in politikalarının alt metnini sunuyor. Sanki Kremlin onu şarkı sözlerinden ilham almış gibi, onun kurduğu hayalin peşinde yaşıyor” diyor yapıtını anlatırken.
Filmini Tiyatro Lumiere’de gösteren ve 9 dakika ayakta alkışlanan yönetmen “Rusya’da faşizmin ilk adımları onun partisi ile geldi. Rusya’da korkunç şeyler oluyor. Biri eski öğrencim iki kadın sahneledikleri oyun yüzünden içerideler biliyor musunuz?
Onlar gibi daha birçok yönetmen hapiste. Tepki veriliyor ama bu yönetimi hiç etkilemiyor, hatta sadistçe baskıyı artırıyorlar, şiddeti yüceltiyorlar. Bir şeyleri değiştirmek için bir şeyler yapılabileceğine inanmak istiyorum ama baskıcı idarelerin her zaman daha güçlü olduğunu görüyorum.”
Emmanuel Carrere’nin tuhaf bir Rus şairi anlattığı kitabının başarılı olması, romanın yarattığı yankı ve çok satanlar listesine girmesi Serebrennikov için çıkış noktası olmuş, “demek insanlar Rusya’da yaşananları ve buna yol açan kahramanları anlamak istiyor” diye düşünmüş:
“Gençken Limonka gazetesini okurdum, gençler arasında çok popülerdi. Limanov cesurdu, eşsizdi. Ama inceledikçe, siyasi kariyerine daldıkça bakış açım değişti. 1993’te kurduğu Ulusal Bolşevik Partisi, bugün yaşanan faşizmin yolunu açtı. Savaş istiyordu, Sovyetler Birliği’nin yeniden kurulmasını istiyordu, o dünyada yaşamak istiyordu. Gençlik kahramanımdı o benim, burjuvaziye, sisteme karşı bir anti-kahramandı, zincirleri kıran ebedi bir muhalifti, beni, hepimizi büyülemişti. Ama onun devrimi şiddet ve kan ile besleniyordu. Rus faşizminin başlamasında büyük rolü oldu.
Bugün geldiğim noktada onun devrimi beni ilgilendirmiyor, kendimi şiddet içermeyen bir yol ile, sanat ile ifade etmek istiyorum” diyen Serebrennikov aldığı alkışlardan mutlu ama yaşananlardan dolayı biraz boynu bükük.
Cannes’a dördüncü kez gelen Rus yönetmen filmi çekmeye hazırlandığı sırada Limanov yaşıyor olmasına rağmen hiç tanışmamış, filmini çekeceğini söyleyememiş, kendisine yaklaşılmasını istemeyen, sert tutumundan dolayı geri durmuş.
“Filmini çektiğimi söyleyemedim ama hayatını konu alan romanın bu kadar çok ilgi görmesinden dolayı çok mutlu olduğunu, sahnenin merkezinde olmayı sevdiğini düşünüyorum.
Doğduğu yer bombalandı. Birçok ilhak da ayrılıkçıları destekledi, Moskova’yı zayıflıkla suçluyordu. Bu savaş için ne derdi acaba?”
Filmde şairi canlandıran Ben Whishaw ise hazırlanırken daha çok Carrere ‘nin Limanov’una sadık kalmış ve filmin adının bir şiir türü olması dolayısı ile kendisini özgür hissetmiş: “Onu ne yadırgadım ne de yargıladım” diyor.
Limanov’un fotoğraflarına bakıyorum, 1 Mayıs gösterileri sırasında bir aracın üstünde halkı selamlıyor, etrafında askerleri, yaşlanmış ama hala yakışıklı.
Bir zamanlar devrimci dediğimiz adama da devrimci dediğimiz ülkeye de şimdi faşist deniliyor.
En doğrusu hiçbir halk adına karar vermemek, hiçbir inanç sistemi adına ortalığa düşmemek, bunca bilinmezlik içinde hiçbir şey bilmediğimizi anlayıp bunun alçak gönüllüğü ile yaşamak galiba.
Oysa insan ne kadar kolay ahkam kesiyor.