Aslı Kotaman

12 Mayıs 2019

Yeni bir seçim düşünür müsünüz?

“Yalanların bedeli nedir? Olay yalanları gerçek sanmamız değil. Gerçek tehlike şu, o kadar çok yalan görüyoruz ki, gerçeği artık tanımıyoruz bile.”

İzmir’de bir kafede oturuyorum. Dün İstanbul’dan gelirken, İzmir’in sıcağına güvenip giydiğim kısa kollu tişörtün bedelini bugün boğazımdaki yanmayla ödüyorum. Şanslıyım. Hayatta yaptığım yanlışların bedelini ödemeyi biliyorum. Yanlışlarımdan hemen olmasa bile öğreniyorum. Aklımda dün gece 1. Bölümünü izlediğim HBO’nun yeni mini dizisi Çernobil var. Epey etkileyici bir yapım olarak başladı. Çernobil felaketinin başta anlaşılmayan, anlaşıldıktan sonra ise anlatılmayan tarihini buluşturuyor dizi bizimle.

Girişteki spot, dizinin ilk cümlesinden. Çernobil’i gazetelerden hayal meyal hatırlayacak bir yaştayım. Adını ezberlediğim ama felaketin boyutlarını anlayamadığım bir yaşta evde konuşulanları, zaman zaman ortaya çıkan korkuyu hatırlıyorum. Çernobil felaketi, o gün Sovyetler sınırları içinde bulunan Ukrayna’da, Kiev’in 100 kilometre kadar yakınlarında, 25 Nisan 1986’da gerçekleştiğinde ilk iş felaketin üstünü örmek ve bilgiyi dışarı sızdırmamak diye karar vermişti o dönemin iktidarı. Atom bombasından 250 kat etkiliydi felaket. O anda ölen 30 kişiyi takiben o yıl içinde binlerce canı aldı. Bu felaket yüzünden hayatını kaybedenlerin, sakat kalanların sayısının bir milyonlara ulaştığı söyleniyor.

Bir olayın ardından hemen gelen yayın yasaklarını andırıyor elbette. Bilmeye, öğrenmeye, haber almaya herkesin hakkı yok. Bizim için neyin doğru, neyin yanlış olduğuna bırakalım da büyüklerimiz karar versin.

Telefon hatlarını keselim, şehri tecrit edelim ve halkı, halka ait olan basit aktivitelerle bırakalım, onların önemli işlere söyleyecek şeyi yok, halk sadece panik ve korku sarar diyorlar. Halka bilgi vermiyorlar. İnsanlar felaketten yaklaşık 12 saat sonra evlerini, şehirlerini bir daha görmemek üzere terk etmek zorunda kaldığında sadece öğle yemeğinde yiyecekleri kadar yemeği yanlarına almalarına izin veriliyor. Evler, eşyalar, geçmişleri bir kentle beraber hayalete dönüşüyor. Her birinin geri dönme hayali zamanla yok oluyor.

Dizi, bana o günü hatırlatırken bugünü anlatıyor. Felaketin üzerinden yıllar geçiyor ancak gerçekler mutlaka ortaya çıkıyor. Bazen 50 yılı alıyor, bazen 25 yılı ama ortaya çıkıyor işte.

İspanyol ressam Goya’nın karanlık dönem resimlerini hatırlayalım. Giderek bozulan sağlığı,  duyma yetisinin yavaş yavaş kaybolmasıyla saray ressamlığından muhalifliğe uzanan o kasvetli yolculuğunun izleri evinin duvarlarındaydı. Örneğin “Satürn Kendi Oğlunu Yiyor” resmi hikayesini mitolojiden alır. Roma mitolojisindeki adıyla Satürn çocuklarından birini yemektedir. Resim Goya’nın Madrid yakınlarındaki evinin duvarına yaptığı 14 resimden biridir. İspanya’daki iç savaşların etkisi, giderek bozulan sağlığı Goya’yı karanlık bir resim anlayışına doğru götürmüş ve ressam bu resimleriyle açıkça insanlıktan umudu olmadığını göstermişti. Kendi yerine geçmesinden korktuğu zaman insan kendi çocuğunu bile yer. Resimleri bir sipariş üzerine yapmayan ve satma amacı gütmeyen Goya öldükten sonra bugün gerçeği daha net görebiliyoruz. O günlerde neler yaşandığının izlerini evin kapıları kapandıktan sonra sürebildik. Belki de sözün bittiği yer değil başladığı yerdi orası Füsun Üstel hocanın dediği gibi. Belki de o sebeple  Malraux, “Goya’nın çığlığı sustuğundan modern resim başlar” diye niteler ressamı. Gerçek ortaya her zaman çıkar.

Çernobil felaketini izlerken şunu düşünüyorum. Tarihten öğrendiğim bazı bilgilerin ayrıntılarını çok daha çabuk unutuyorum ama yaşadıklarımın değil.

Gerçeklerin ortaya çıktığı döneme doğanlar için bugünler bir anlatı olsaydı bu biçime  “in medias res” derdik. Hem edebiyatta hem sinemada sıklıkla kullanılan ve kullanıldıkça anlatının biçimine adını veren bir tür. Edebiyatta Homeros’un Odesa’sından, Dante’nin Cehennem’ine kadar kullanıldığı yer var. Dostoyevski “Kumarbaz” kitabına in medias res’le başlar. Yani halk arasından bir deyişle, ortasından bir yerden, anlatının başından değil ama vurucu yerinden başlar.

“Sonunda iki haftalık bir ayrılıktan sonra geri döndüm nihayet. Bizimkiler iki günden beri Roulettenburg’daydılar. Beni sabırsızlık içinde beklediklerini sanıyordum; yanılmışım. General bana soğuk bir ilgisizlikle baktıktan ve bir-iki söz söyleme lütfunda bulunduktan sonra kız kardeşine gönderdi hemen. Bir yerden borç para bulmuş olmalıydılar. Ama General yüzüme bakınca biraz utandığını düşündüm. Maria Filippovna telâş içindeydi, benimle ayaküstü konuştu. Ama parayı aldı, dikkatle saydı, anlattıklarımı da sonuna dek dikkatle dinledi. O ufak tefek Fransız Mezentsov’u bir İngiliz’i akşam yemeğine bekliyorlardı… Zaten ellerine biraz para geçmeye görsün, Moskova’da alışılageldiği gibi hemen ona buna ziyafet çekmeye kalkışırlardı. Polina Aleksandrovna beni görür görmez neden geciktiğimi sordu. Yanıtımı beklemeden çekip gitti. Kasten yapmıştı bunu, apaçık ortadaydı. Oysa bazı şeylerin konuşulması gerekiyordu. Anlatacak o kadar çok şey birikmişti ki!”

Ne nerede olduğumuzu, ne anlatanın kim olduğunu ne de bu olanların niye olduğunu anlamayız. Bunun için az sonra olacakları okumamız gerekecektir ve ara ara da geçmişe dönmek.

Filmlerden örnek çok fazla. Rezervuar Köpekleri, Lolita, Dövüş Klübü, Eve Hakkında Her Şey, Ucuz Roman, Melankoli…

Bugünlerde ilk gençlik döneminde olan ve örneğin yerel seçimlere in medias resle girenler konuyu tam anlayabilmek için filmin ilerisini görmeli ve ara ara da geriye sarmalı. Çünkü ne olsa ayrıntıları bugünleri yaşamış olanlar kadar akıllarında tutamayabilirler.

Filme, sona yaklaşan tepe noktasından başlasanız bile her film biter. İlerler, ara ara geri dönüşler yapar ama her anlatı sona erer. Gerçeğin ise asla üstü örtülmez.

İzmir’i sorarsanız iyi. İstanbul’un aksine, bu yıl yeni bir yerel seçim düşünmüyorlar. Ben ise karıncalanan boğazıma iyi gelmesi için ılık şeyler içiyor ve filmin sonunu düşünüyorum.