Karl Ove Knausgaard okuyorum. Knausgaard, Norveçli bir yazar ve altı ciltlik bir otobiyografik roman serisi olan Kavgam ile dünya çapında ünlendi. Seri onlarca dile çevrildi, milyonlarca kopya sattı. Ancak burada yazdıklarım aslında Knausgaard hakkında değil. "Bana ne Karl Ove Knausgaard'dan?" diye düşünüyor olabilirsiniz. Haklısınız, çünkü onu okurken asıl düşündüğüm şey, neden bu kadar insan bu kitabı okudu, bu yazar neden bu kadar popüler oldu? Bu soruları sorarken fark ettim ki mesele sadece Knausgaard değil; daha geniş bir olguyla karşı karşıyayız: Hayatın kendisi, bize belirli bir çerçeve içinde sunuluyor. Deneyimlerimiz, algılarımız ve kararlarımız, çoğu zaman farkına varmadan kabul ettiğimiz bu çerçevelerle şekilleniyor.
Knausgaard’ın başarısı sadece yazdığı metinlerden değil, bu metinlerin etrafında oluşturulan paratekstlerden, yani metin dışındaki unsurlardan kaynaklanıyor. Gérard Genette’in tanımıyla, paratekst, bir eserin içeriğini belirleyen dış unsurları, yani bir kitabın kapağını, yazarın verdiği röportajları, eleştirileri, hatta sosyal medya üzerinden dönen konuşmaları içerir. Bu dış unsurlar, bir eseri okuma biçimimizi ve ona verdiğimiz değeri şekillendirir. Knausgaard’ı okurken, aslında sadece onun metnini değil, bu metni çevreleyen tüm bu unsurları da "okuyoruz."
Kitabı elinize almadan önce, o kitabın ne kadar sattığı, kaç dile çevrildiği ve yazarının ne kadar büyük bir edebiyatçı olduğunun sürekli konuşulduğunu duyuyorsanız, kitabı okuma biçiminiz de etkileniyor. Kitabı açmadan önce bile ona dair bir yargınız oluşmuş oluyor. Bazen, bu büyük beklentilerin ağırlığı altında, kitabı daha dikkatli okuma refleksiniz zayıflıyor, çünkü size sunulan çerçeve çoktan oluşturulmuş. Knausgaard’ın başarısı, sadece yazdığı metinlerle değil, onu çevreleyen anlatılar, eleştiriler ve medya hype’ı ile şekilleniyor. Bu sadece kitaplarla da sınırlı değil; filmler, televizyon dizileri, hatta hayatımızın önemli kararları bile bu "verili" çerçevelerin etkisi altında.
Bugün, bu "çerçeveleme" çok daha hızla işliyor. Sosyal medya, özellikle influencer kültürü ve takipçi sayıları, kişisel markaların ve ürünlerin kaderini belirleyen en güçlü paratekst haline gelmiş durumda. Artık bir eserin içeriği ya da kalitesi kadar, o eseri öneren kişinin takipçi sayısı da eserin değerini belirliyor. Black Mirror’ın işaret ettiği gibi, takipçi sayıları neredeyse bireyin toplumsal statüsünün bir ölçütü haline geldi. Artık bir mecrada başarılı olabilmek için takipçi sayısı, sizin tek gerçek ve geçerli paratekstiniz olmuş durumda.
Paratekstlerin hayatımızdaki yeri
Hayatta her şey, tıpkı Genette’in paratekst kavramında olduğu gibi, bir çerçeveyle gelir. Gérard Genette, edebiyat dünyasında paratekst kavramı ile tanınır ve bu kavramla bize, kitapların, filmlerin ve deneyimlerin nasıl algılandığını şekillendiren "dış" unsurları anlatır. Paratekst, bir kitabın kapağından yazarın verdiği röportajlara kadar, metni çevreleyen tüm şeylerdir. Yani, kitabı daha okumadan ona dair fikirleriniz oluşur. Peki bu sadece sanat için mi geçerli? Elbette hayır.
Mesela şu sıralar herkesin dilinde olan Dubai çikolatasını düşünün. Öyle bir paratekstle çevrelenmiş ki, sosyal medyada "lüks", "özel" ve "tatmanız gereken bir deneyim" olarak sürekli lanse ediliyor. Daha tadına bile bakmadan, bu çikolataya dair kafamızda bir imaj şekilleniyor. Bu çikolatanın, ona dair yapılan konuşmalar, reklamlardaki imajlar ve sosyal medya paylaşımları aracılığıyla belli bir "statü" sunduğunu düşünüyoruz. Çikolatanın tadından bağımsız olarak, paratekstlerin gücü, onu gözümüzde bir deneyimden fazlası haline getiriyor.
Mitsel yapılar ve verili gerçekler
Roland Barthes da paratekst kavramının daha geniş bir perspektifini verir ve toplumsal cinsiyet rollerinden, kültürel normlara kadar birçok şeyin birer mitsel anlam taşıdığını söyler. Kendisini anlamak biraz zaman alabilir, çünkü karmaşık teorilerle dolu bir dünyaya davet eder bizleri. Ama işin özü şu: Barthes, hepimizin çevremizde gördüğü ama çoğu zaman sorgulamadığı o "doğal" gibi görünen şeyleri didik didik eder.
Örneğin, televizyonu açtığınızda kadın karakterlerin ya "fedakâr anne" ya da "çekici sevgili" rollerine sıkıştığını fark ediyor musunuz? İşte Barthes’ın ilgilendiği şey tam da bu tür "mitler." Yani, toplumun bizlere doğal ve değişmez gibi sunduğu, oysa ki tamamen kültürel olarak inşa edilmiş bu yapılar. Bu mitler, fark etmeden içselleştirdiğimiz toplumsal gerçekler haline geliyor. Zamanla biz de bunların "gerçek" olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Kadınlar hep böyle temsil edilir, çünkü bu onların "doğası" der gibi. Ama Barthes’a göre bu temsil biçimleri değişmez değil; aksine, toplumsal ve kültürel inşalar. Bir kitabın kapağında, bir reklamda ya da bir filmde gördüğümüz her şeyin ardında bu inşaların izleri var. Barthes’ın teorileri, bizlere bu yapıların nasıl kurulduğunu ve nasıl sürdürüldüğünü göstermeye çalışır.
Bir restoran seçerken bile, internet yorumları ve arkadaş tavsiyeleriyle şekillenen bir paratekst dünyasında yaşıyoruz. Daha o restorana gitmeden, yemeklerin tadı ve hizmet kalitesi hakkında bir fikrimiz var. Bir işe başlamadan önce, o iş hakkında duyduğumuz hikâyeler, ofis kültürü ve şirketin sosyal medyada nasıl göründüğü bile o işi nasıl deneyimleyeceğimize dair bir çerçeve oluşturur. Kısacası, çoğu kararımız, bize verili olarak gelen bu çerçeveler aracılığıyla şekilleniyor.
İçselleştirilmiş çerçeveler
Pierre Bourdieu’nün "habitus" kavramı, bu verili gelen çerçevelerin nasıl içselleştirildiğini anlamamıza yardımcı olur. Bourdieu, bireylerin doğdukları sınıfın, onların davranışlarını, zevklerini ve hatta seçimlerini nasıl şekillendirdiğini anlatır. Bu farklar, toplumsal yapılar içinde o kadar doğal görünür ki, biz bu çerçeveleri sorgulamadan kabul ederiz. Bir kişinin beğenisi, bir kitabı ya da bir çikolatayı nasıl değerlendirdiği, sınıfsal ve kültürel birikimlerinin oluşturduğu bir çerçeve içinde gelişir.
Ancak bu verili gelen yapılarla karşılaşmak, onların farkına varmak ve sorgulamak, insan olmanın en temel mücadelelerinden biridir. Barthes’ın söylediği gibi, toplumsal mitleri sorgulamak ve onları deşifre etmek, bireysel farkındalık için önemlidir. Bu, bir anlamda kendi hikâyemizi yeniden yazmanın da bir yolu.
Kendi hikâyemizi yazmak
Hayatta her şeyin bize verili bir çerçeve içinde sunulduğunu fark ettiğimizde, bu çerçeveleri aşmanın ve kendi hikâyemizi yazmanın yollarını aramaya başlarız. Knausgaard okumak her zaman bu çerçeveleri fark etmek için bir fırsat olmayabilir ama bana asıl ilham veren, edebiyatın ve sanatın bu "verili gelen" hikâyelere nasıl birer çentik atabileceğidir.
Bir film izlemek de bu sorgulamanın bir yolu olabilir. Geçenlerde Past Lives izledim; film, hayatın karşımıza çıkardığı yolları ve kaçırdığımız fırsatları derin bir duygusallıkla işliyor. Film boyunca karakterlerin, toplumsal ve kişisel çerçevelerle nasıl mücadele ettiğini, her birinin "doğru" gibi görünen yollara nasıl kapıldığını görüyorsunuz. Ama aslında bu "doğru" yol, çoğu zaman toplumun bize sunduğu bir çerçeveden ibaret. İzleyici olarak siz de bu çerçevelerin farkına varıyorsunuz; toplumsal beklentilerin dayattığı yolların ne kadar verili olduğunu ve her an başka bir seçim yapabileceğinizi fark etmek, filmin size sunduğu en güçlü deneyimlerden biri. Bu açıdan bakıldığında, film bize yaşamlarımızda "kaçırılmış fırsatlar" dediğimiz şeylerin aslında toplumsal çerçeveler tarafından şekillendiğini sorgulama fırsatı sunuyor.
Dizilerde de bu tür sorgulamaları yapmak mümkün. Örneğin Fleabag. Ana karakterin iç dünyasına yaptığı samimi yolculuk, hayatın sunduğu tüm kalıpları ve beklentileri yerle bir ediyor. Fleabag’in yaşamındaki kaos, aslında hepimizin içinde bulunduğu o "verili" düzenin çatırdaması değil mi? Yalnızlık, aşk, aile... Bunlar, hayatın bize dayattığı normlarla çevrelenmiş kavramlar. Fleabag, bu normların dışına çıkarak, toplumun dayattığı çerçeveleri sorguluyor ve bize de aynı soruyu sorduruyor: "Hayat neden böyle olmalı ki?" Kendi yolunu çizmenin mümkün olduğunu gösteriyor.
Aslında, bu sorgulama gündelik hayatın küçük bir anında bile başlayabilir. Diyelim ki bir kafede oturuyorsunuz, etrafınıza bakıyorsunuz: Herkesin elinde telefonlar, herkes aynı içeceği sipariş etmiş, aynı tarz kıyafetler giyiyor. Herkes aynı şeyi yaparak nasıl farklı olmayı bekliyor? O an kısa bir duraksamayla şu soruyu sorabilirsiniz: "Bu alışkanlıklar, bu günlük seçimler gerçekten benim mi, yoksa bana verili olarak mı geliyor?" İşte o an, hayatın size sunulan çerçevesini fark etmeye başlıyorsunuz.
Bazen, tek bir kişinin bile bu tür sorgulamaları yapması, büyük bir kapı aralayabilir. Woolf’un dediği gibi, "bir ışık yanıp söner ve bir evrenin kapıları aralanır." Edebiyatın, sanatın gücü tam da burada yatar. Katılaşmış yargıların, toplumsal mitlerin ve inşa edilmiş gerçeklerin ardındaki anlamı sorgulamak, onları dönüştürme potansiyelini fark etmektir.
Kendi hikâyeni yazmak dedim, siz dilerseniz başka isim verin bu sürece. Ama adı ne olursa olsun bu iş sorgulamalarla başlar. Verili gelen çerçeveleri kabul etmek yerine, kendi yaşamına dair sorular sormak, dışarıdan dayatılan kalıplara meydan okumaktır. Bu, herkesin yaptığı gibi bir hayat yaşamayı bırakmak ve gerçekten ne istediğini, kim olduğunu keşfetme cesaretini göstermektir. Kendi hikâyeni yazmak, toplumun sana dayattığı anlatının dışına çıkmak ve kendi yolunu çizmektir.
Belki bu, daha önce izlediğiniz yoldan sapmak, alışkanlıklarınızı yeniden gözden geçirmek ya da hiç düşünmediğiniz bir hayat seçimi yapmak anlamına gelir. Belki de sadece küçük bir sorgulamayla başlar: "Bu gerçekten benim mi, yoksa bana öğretilen mi?" Her ne olursa olsun, kendi hikâyeni yazmak, yaşamın çerçevelerine meydan okuma ve onları yeniden tanımlama iradesiyle mümkündür. Bu bir nevi özgürleşmedir; verili olanı kabul etmek yerine, kendi yaşamını anlamlandırmanın ve şekillendirmenin yollarını bulmaktır.
Konu Knausgaard’dan nerelere geldi, demeyeceğim, çünkü en başından beri asıl mesele Knausgaard değildi. Onun kitabını okurken düşündüğüm, hatta ününü anlamaya çalışırken tarttığım, aslında hepimizin içinde yaşadığı o görünmez çerçevelerdi. Bu çerçeveler, hayatımızın her anına sinmiş durumda. Ama mesele onları fark edip aşmak ve gerçekten kendi hikâyemizi yazmak. Bu yolda ilerlemek anlamlı bir çaba olabilir, ne dersiniz?
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |