Bugün yerli dizilerdeki sinirli kadın arketipi üzerine yazmak için bilgisayarın başına geçtim. Yazıyı yazdım da. Yazıya "Feminizm, güçlü erkekleri gördüğümüz bağlamlara daha fazla kadın yerleştirmek değildir" diye bir spot eklemek istedim. Ekledim de. Ama yazı o kadar uzun oldu ki, sanırım onun paylaşılma yeri bir pazar gazetesi için artık uygun değildi.
Bir durup düşünelim demek istemiştim, feminizm bolca yeni kadın temsili olsaydı, sizce bugün bu konu, dizilerle bize gümüş tepside sunulur muydu? Kadın temsillerinin bollaştığını, ekranların çiçek açtığını söylerken arketiplere hapsedilen temsilleri gördükçe içimden, dizilerdeki hemcinslerim gibi çığlık atmak geliyor çünkü. Elimizde önce kadınları histerik olarak adlandıran ve koca bir arketip külliyatını buna dayandıran bir temsil sistemi var. Ardından görülmeyen ve duyulmayan kolektif kadın öfkesinin bireye indirgenmesi ve marjinalleştirilmesi sorunu var. Yargı'daki Ceylin, Bahar'daki Rengin, Kızıl Goncalar'daki Mira, neden sürekli bağırıyor bu kadınlar? Bağırmadıklarında da çocuksulaştırılıyorlar. Bahar, giderek kadınlığından uzaklaştırılıyor ve sadece bir anneye indirgeniyor. Sebepler ve sonuçlar aynı sorunun bir parçası olarak düşünülmediğinde, kadınsı olarak düşünülen kimi başa çıkma yöntemleri (ağlama, bağırma, çığlık atma) bireye indirgendiğinde bu yapıyı kuran baskıcı gücün kendisi aradan çıkar.
Yargı
Dizilerde gördüğümüz ehlileştirilmesi gereken kadın, sinirli, bağırıp çağıran, fazla duygusal kadın, çözüm bulamadığında mahkeme salonunda şak diye bayılan hâkim (Yargı dizisinin hâkime hanımı) varsa, işte burada sorunu ve çözümü birbirinden ayırmak gerekiyor. Kadın bedenini ve ruhunu nasıl bir başa çıkma aracı olarak kullanacağına kendisi karar verir. Çığlıklarını ve kırılganlığını bir kalkan yapabilir. Buradaki temel sorun öfkenin histeriye, kadınlığa ve dahası tek bir kadına indirgenmesi aslında. Kadınların kolektif öfkesinden değil ama sadece Ceylin'in öfkesinden bahsediyorsak o zaman bu öfke Ceylin'in mazur görülmesi gereken "kadın tarafına" yaklaştırılıyor ve düzeni koruyan her şeyin yerli yerinde kalmasına izin veriliyor. Yine yazayım, "feminizm, güçlü erkekleri gördüğümüz bağlamlara daha fazla kadın yerleştirmek değildir". Böyle algılandığında maalesef sorunların kolayca çözülebileceği yanılsamasına da yaklaşırız.
Karakter temsillerindeki arketipler hem kadın hem de erkekler için geçerli elbette. Yabani ve ehlileştirilmesi gereken her temsil, onu ehlileştirmeye çalışan bir karşı temsil yaratıyor ve ikisi de sorunlu. Sorun sadece Ceylin'de değil yani, Ilgaz'da da. Bir de bu ikiliğin kendisinde.
Bahar
Ama dedim ya, temsil biçimini irdelediğim yazıyı fazlaca uzun kaleme aldım. O yüzden şimdi yeniden düşündüğümde, şimdi bu sorunun farklı bir tarafına odaklanmayı daha uygun buldum. Hani yazının ikinci paragrafına başlarken şöyle bir cümle kurmuştum. "Bir durup düşünelim". Heh, şimdi o kısma geri dönüyorum. Bir durup düşünme kısmına. Orası önemli. Çoğu zaman bir durmayı ve bir düşünmeyi unutuyoruz diye, bunu yeniden hatırlamak ve bunun üzerine yazmak önemli olabilir.
Diyeceksiniz ki nereden nereye atlıyorsun? Yazının atlamalı olmamasına ilişkin kurallar varsa onları da yıkmak, onların da üzerinde bir durup düşünmek isterim.
Babamın kullandığı deyişler vardı. Evet vardı çünkü artık yok. Deyişler var ama babam yok. Bu söylenişler şimdi olanca ağırlıklarıyla geliyorlar aklıma durup düşünürken. Çapalama derdi babam. Fazla ve gereksiz hareket etme yani. Gereksiz olduğu belli çabayı harcama. Dur azıcık. Bekle, dinlen, düşünerek at adımını. Çapalama. Çocukken herkesin gündelik hayatında sıklıkla kullandığı bir deyiş sanırdım onu, büyüdükçe anladım, değillerdi.
Bu yazıyı kurgularken, onlarca insanın doluştuğu bir tren istasyonunda, yenilmiş bir taraftar grubunun bira, sigara kokuları ve küskün bağırtıları arasında aklıma bu deyiş geldi. Çapalama. Herkes çapalıyordu çünkü. Birileri sağa, birileri sola koşuyor. Karşı platforma gelen diğer taraftar grubuyla atışmalar oluyor. Polisler sırtlarını birbirine vermiş, yuvarlak kümeler halinde yürüyordu. Evet hayat devinim demekti, ama güzel bir gün bitiyordu ve biz çapalamaktan güneşin son demlerini göremiyorduk. İstasyonda her 15 dakikada bir yeni bir gecikme anonsu duyuluyordu. Belli ki o an hareket halinde olmasını istediğim tek şey olan tren, bir tek o anın keyfine varmaktaydı. Bir yerlerde başka bir trenin gelişini beklediği için öylece duruyor, çapalamıyordu.
Dizilerin sağa sola koşturan, bağıran çağıran, koşturan kadın temsillerine bakınca birden aklıma bu benzetme geldi işte. Hayat bizi fazla çapalatıyordu. Hayatın hızı yetmezmiş gibi, dizilerdeki olay örgüsü hep bir üst vitese geçiyor, sosyal medya bir yandan bıt bıt, bip bip diye zırt pırt ötüyordu. Etrafımdaki her şey çapalarken, sakin kalmak çok zordu.
Özellikle biz kadınlar için, olduğumuz gibi kabul edilmek için, yeterince sevilmek için, hak edilen takdiri görmek için hep çapalamak gerekiyor.
Geçenlerde can bir arkadaşımla, şehrin çirkin belediye binasına bakan köşe kafede oturduk. Üç sene önce doğum günümü de kutladığımız köşe kafenin köşe masasında. Bir tarafı sedir, diğer tarafı sandalye. Askılığı o kadar uzun ki, yardımsız paltomu asamadığım, güler yüzlü garsonların olduğu o kafeden bahsediyorum. O sabah iki saat oturmuşuzdur köşemizde Attığım e-postalardan bahsettim ona. İnsanlara ulaşmaya çalışıyordum. Gündelik hayatımı devam edebilmek için gereken ihtiyaçlarımı karşılayabilmek için aşırı çapalamak gerekiyordu çünkü. Ama gelin görün ki, sonuç alamıyordum. Bir radyo kanalına, bir senariste, bir yayınevine, bir dekana, bir gazeteye ulaşmak için sadece çabalamıyor ve çapalıyordum da.
Çoğu zaman yapmamız gereken şey, hiçbir şey yapmamak da olabilirdi oysa. Olayların dizilerdeki gibi alevlenip sönmesini beklemek mantıklı değildi. Her çabanın hızla çözüme ulaşmasını, her sonuçtan çözüm alınmasını düşünmek ancak kurgusal bir gerçeklikte mümkündü.
Çünkü suda ne kadar fazla çırpınırsak o kadar hızlı dibe batıyorduk. O zaman bize bugünden kalan imge, suyu üzerinde kalmaya çalışmak dedi arkadaşım. Çapalamadan.
Yine dizileri düşündüm. Suyun üzerinde kalan, çapalamayan kadın karakterlere da ihtiyacımız olduğunu yazmak istedim. Sevilmek, takdir görmek ve hak ettiği yeri gerçekten hak ettiğini göstermek için çapalaması gerekmeyen karakterlere.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |