Apple Cider Vinegar dizisini izledim. Bu dönemde kafanı suyun üzerine çıkarmanın, görünmenin, duyulmanın yolu “en” olmak. En iyi, en kötü, en cesur, en yaralı… Ama bazı en’ler diğerlerinden daha zor. Mesela en zengin olmak? Bunun için belirli bir geçmiş, belirli imkanlar gerekiyor. Ama en hasta olmak? Onun için yalnızca inandırıcı bir hikâye yetiyor olabilir mi? Bir arkadaşım vardı, yirmili yaşlarımdaydım. Bana kanser olduğunu söylemişti. Ama nasıl anlatsam, bir gariplik vardı. Konuşmalarında bir boşluk, bir eksiklik hissediyordum ama kelimelere dökemiyordum. Sonra bir arkadaş grubunda fark ettik ki herkese başka ağır hastalıklar söylermiş meğer. O gün şaşkınlıkla birbirimize bakmıştık. Aslında neye inanıyordu, gerçekten hasta olduğunu düşünüyor muydu? Doğruluk burada ne anlama geliyordu? Gerçek, kişisel bir inanç meselesi miydi yoksa herkesin üzerinde uzlaştığı bir şey mi?
O günler Baudrillard ile yeni tanıştığım yıllardı. Hakikat artık orada, ulaşılabilecek bir şey değildi. Onun yerine, birbirini yansıtan görüntülerden, taklit edilen anlamlardan, sahiciliği olmayan ama sahici gibi sunulan bir dünyadan söz ediyordu. Gerçek bir hastalık değil, ama hastalık olarak kabul edilen bir anlatı. O anlatı etrafında şekillenen sempati, ilgi, dikkat… Gerçek olup olmaması artık önemli değildi. Bunu düşündüğümde, o gün arkadaş grubunun içinde hissettiğim garipliği hatırlıyorum. Bazıları gerçekten hasta olup olmamasıyla ilgilenmiyordu, “sempatik ama” diyordu. Gerçeklik yerine sempati, hakikat yerine anlatı. Bugün sosyal medyada yaşananlarla ne kadar benziyor. Hikâyeler, anlatılar, imgeler... Hangisi gerçek? Hangisi yalnızca iyi anlatılmış bir kurgu? Kim bilir, o arkadaşım şimdi nerede, kimlerle nasıl bir hikâye anlatıyor? En’lerin dünyasında en inandırıcı hikâyeyi anlatan kazanıyor.
Geçmişte birbirinden ayrılan her şey artık her yerde birleşmiş durumda; mesafeler her alanda ortadan kalktı. Cinsiyetler arasındaki fark, zıt kutuplar arasındaki ayrım, sahne ve izleyici arasındaki sınır, eylemin özneleri arasındaki mesafe, özne ile nesne arasındaki ayrım, gerçek ile onun kopyası arasındaki fark. Ya sonra, sonra yine siyah beyaz bir biçimde geri geldiler.
Burnumuzu kaybettik hepimiz, farkında bile değiliz. Gogol’ün Burun hikayesinde, bir adam sabah uyandığında burnunun yüzünden silindiğini fark eder. Yalnızca bir organ değil, kimliği de gitmiştir. Toplum içinde yükselmek, saygınlık kazanmak, görünür olmak artık imkansızdır. Çünkü burnu yoktur. Aynaya baktığında boş bir yüz görür ve anlar: Görünmeyen, var değildir. Bugün hepimiz o aynanın karşısındayız. Burnumuz yok ve filtrelenmiş, düzenlenmiş, gerçekliği eğilip bükülmüş imgeler içinde kaybolduk. Sosyal medya, herkesin burnunu yeniden çizdiği bir mecra, daha belirgin, daha keskin, daha etkileyici… Gerçeklik, yüzeyin altında kayboluyor.
Paylaşılan mutluluklar, sergilenen acılar, vurgulanan başarılar… En’lerin dünyasında, en’siz olan var olabilir mi?
Beden: Görünürlük için bir tapınak
Gerçeklik artık yalnızca zihinsel ya da duygusal bir kavram değil; fiziksel olarak da yeniden şekillendiriliyor. Üst sınıfa ait olmak için “görünmek” gerekiyor. Görünmek, yalnızca var olmak değil; estetik kaygılar içinde biçimlenmek, sürekli optimize edilmek anlamına geliyor. Bir zamanlar sosyal statüyü belirleyen eğitim, meslek ya da kültürel birikimken, bugün beden ve yüz hatları da aynı derecede belirleyici. Parası olan gençleşiyor, inceliyor, değişiyor. Algoritmalar tarafından onaylanmamış bir beden, yetersiz kalıyor. Gerçekliğin bedeni bile artık kurgulanmış durumda. Burnumuz yok. Umurumuzda değil. Yüzeye odaklanmaktan, derine inmek imkansızlaştı. Ve bu gerçeği görmüyoruz çünkü gözlerimiz yalnızca en parlak, en net, en ideal imgeleri takip ediyor. Sosyal medyanın iki yüzlülüğüne dair en çok şikayet edenler bile, filtresiz bir fotoğraf paylaşmaya cesaret edemiyor. Herkes “görünmez” olmanın korkusunu taşıyor. Sosyal medyanın beğeni tuşu, bireyin toplumsal varlığını dijital alanda doğrulayan bir araç gibi işliyor. Bunun en temel nedeni, dijital onaylanmanın psikolojik bir ihtiyaç haline gelmesi. Sosyal psikolojide aşinalık ilkesi, bir şeyin tekrar tekrar görülmesinin onu daha anlamlı hale getirdiğini gösteriyor. Dijital dünyada, eğer ısrarlı biçimde, “en”ler içinde görünmüyorsak, adeta yok sayılıyoruz. Ama varsın sayılalım, çünkü yok sayılmanın zıddının var sayılmak olmadığını da anladığımız yerdeyiz.
Sherry Turkle (Alone Together, 2011) ve Mark Fisher (Ghosts of My Life, 2014), dijital çağın birey üzerindeki etkilerini tartışırken, modern insanın artık yalnız kalmaya katlanamadığını, çünkü sessizliğin bir tür varoluşsal boşluk yarattığını söylüyor. Sürekli bir şey paylaşma, bir şeyler söyleme, bir şeye tepki verme zorunluluğu, aslında o sessizliği bastırma çabası. Bazen kendimize bir hikâye uydurmamızın sebebi sadece var olduğumuzu hatırlamak olabilir. Hep anlatmak istiyor, her şeyi biliyoruz.
Rubens’in meleği çerçevenin dışına taşmıştı. 2020 yılında Skullmapping adlı Belçikalı sanat kolektifi, Peter Rubens'in bir tablosundaki meleği canlandırarak Brüksel Havalimanı'nda uçuyormuş gibi gösteren bir projeksiyon haritalama çalışması gerçekleştirdi. Bu projede, Rubens'in tablosundaki bir melek, çerçevesinden çıkarak havalimanı salonunda dolaşıyor ve yolcuların üzerinde uçuyormuş izlenimi veriyordu.
Bir sınırdan çıkma isteği, kendini aşma dürtüsü, kuralların, kompozisyonun, çerçevenin içinde kalmama arzusu… Ama o sınır aşıldığında neyle karşılaşıyoruz?
Derrida’nın parergon kavramı. Çerçeve, bir eseri tamamlayan ama onun özüne ait olmayan bir unsur olarak düşünülür. Bir tablonun kenarları, bir kitabın kapağı, bir binanın kolonları… Bunlar ne eserin tam anlamıyla bir parçasıdır ne de tamamen dışında kalan bir şey. Bir sınır belirler ama aynı zamanda o sınırın ötesinde bir şeyler olduğunu da ima eder. İşte Rubens’in meleği de bu sınırları ihlal ettiğinde, bizi o dışarısıyla, bilinmeyenle karşı karşıya bırakıyor. Ama çerçevenin dışı gerçekten özgür mü? Sınırın ötesine geçtiğimizde başka bir yere mi varıyoruz, yoksa yalnızca yeni bir çerçevenin içine mi giriyoruz?
Magritte’in La Condition Humaine tablosunda bir pencerenin önüne yerleştirilen tuval, dış dünyayla neredeyse kusursuz bir hizalanma içindedir. Ama tam olarak değil. Tuvalin üzerindeki görüntü, dışarıdaki manzarayı birebir taklit ediyor gibi görünse de, fırça darbeleri, tuvali sabitleyen klipsler ve hafif kayma, temsille gerçeklik arasındaki ince kırılmayı ele veriyor. Çerçevenin sunduğu güvenlik ve içeride olma hissi bir illüzyon gibi. Ne tam olarak içerideyiz ne de tamamen dışarıda.
Mesele çerçevenin dışına çıkmak değil, çerçevenin ne olduğunu anlamakta yatıyor. İçeride olduğumuzu düşündüğümüz her an, aslında başka bir sınırın içinde değil miyiz? Çıktığımız yerin gerçekten dışarısı olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Sınırları ihlal etmek özgürleşmek anlamına gelmiyorsa, ne anlama geliyor?
O boşluk, kendini sürekli hatırlatan, kaybolmayan bir sınır. Her çerçevenin dışında başka bir çerçeve var. Her çıkış, yeni bir içerinin başlangıcı. Çerçevenin dışına çıkmayı istedik, çıktık, ama gerçekte nereye vardık?
Karabasanın içinde uyanmak
Bazı rüyalar vardır, içinde bağırırsın ama kimse duymaz. Koşmak istersin ama hareket edemezsin. İşte gerçekliğin yitirildiği bu çağda da benzer bir his var: Herkes sesleniyor ama kimse duyulmuyor. Hepimiz bir şeyler söylüyoruz ama gerçekte ne anlatıyoruz? Bir postun altına yazılan kelimelerle mi kendimizi var ediyoruz, yoksa var olamadığımız için mi yazıyoruz?
Bir şey ancak paylaşılınca var oluyorsa, paylaşılamayanlar ne olacak? Renk veririz ama görünmez. Bağırırız ama duyulmaz. Bu yüzden adı karabasandır o rüyanın. Gerçekliğin, gerçek olmaktan çıktığı bir çağda yaşıyoruz ve farkında bile değiliz. Bugün sosyal medya sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir sahne. Günümüz dijital kültürüne odaklanan Nathan Jurgenson (The Social Photo, 2019) ve Alice Marwick (Status Update: Celebrity, Publicity, and Branding in the Social Media Age, 2013), sosyal medyanın artık bireylerin birer mikro-influencer gibi davranmasını gerektirdiğini öne sürüyor. Beğeni almak için hastalık hikâyeleri üretmek ya da travmalar üzerine kurulu anlatılar geliştirmek, aslında bu performans ekonomisinin bir parçası. Çünkü sosyal medya duyguların ve deneyimlerin meta haline geldiği bir alan. Bir acı paylaşımı, bir ilgi çekme biçimi olarak işliyor. Byung-Chul Han’ın “Şeffaflık Toplumu” (2012) kitabında Han, günümüz toplumunda herkesin görünür olmaya zorlandığını, mahremiyetin bir güç olmaktan çıktığını ve var olmak için paylaşmak gerektiğini savunuyor.
Eva Illouz'un duygusal kapitalizminde duygular artık sadece bireysel deneyimler değil, aynı zamanda sergilenen, paylaşılan ve bir değer üreten varlıklar haline geldi. Sosyal medyada her şey bir sermayeye dönüşüyor. Mutluluk, üzüntü, kaygı, travma... Paylaşılan her duygu, bir etkileşim alıyor ve bu etkileşim, kişinin toplumsal varlığını pekiştiriyor. Bir zamanlar mahremiyet içinde yaşanan duygular, artık gösteriye dönüştü. Bir acı içindeysen, bunu anlatmalısın. Mutluysan, bunu kanıtlamalısın. Eğer bir şey hissetmiyorsan bile, paylaşacak bir şey bulmalısın. Sadece bir gönderi olarak değil, bir kimlik meselesi olarak da düşünmek gerekiyor bunu. İnsanlar kendilerini artık sadece özel ilgi alanları, meslekleri veya kişilik özellikleriyle tanımlamıyor; aynı zamanda yaşadıkları zorluklarla da tanımlıyorlar. Zor bir çocukluk geçirdiysen, bir sağlık sorunun varsa, geçmişte büyük bir kayıp yaşadıysan, bunlar yalnızca kişisel tarihin değil, sosyal medyada kim olduğunu belirleyen unsurlar haline geliyor. Çünkü duyguların anlatıya dönüşmesi, sosyal medyanın kurduğu yeni gerçeklik içinde bir zorunluluk gibi işliyor.
Modern birey, yalnızca özel ve farklı olmaya çalışmıyor, aynı zamanda herkes tarafından fark edilmek istiyor. Çünkü fark edilmek, sosyal sermaye yaratıyor. Ve bu, yalnızca görünür olmakla ilgili değil. Görünürlüğün nasıl bir anlam taşıdığı önemli. İnsanlar yalnızca var olmak için değil, ilginç, güçlü, cesur, duyarlı, hatta bazen “kırılmış” ama mücadele eden bir figür olarak var olmak için çaba harcıyor. Bireyin toplumsal kabul görme biçimi değişti. Bir zamanlar kişinin iş hayatı, aile bağları, kültürel üretimi veya sosyal çevresi onu tanımlarken, şimdi tanımlayan şey onun kendisi hakkında anlattığı hikâyeler oldu. Sosyal medya, insanları kendilerini sürekli bir anlatının kahramanı olarak görmeye ve göstermeye zorluyor. Başkaları tarafından takip edilmek için, bir şey anlatmaları gerekiyor. Ama sıradan bir şey değil. Çarpıcı, dikkat çekici, etkileyici bir şey.
Bu yüzden sessizlik korkutucu hale geldi. Hiçbir şey paylaşmazsan, anlatacak bir şeyin olmazsa, yokmuşsun gibi oluyorsun. Günümüz dünyasında sessizlik, en büyük görünmezlik biçimi. Hiçbir şey paylaşmamak, hiç kimse olmaya dönüşüyor. Hikâyesiz kalmak, insanın sosyal varlığını kaybetmesi anlamına geliyor. Bu yüzden herkes kendisine bir anlatı inşa etmek zorunda hissediyor. Çünkü hikâyeler olmadan, kim olduğumuzu bile unutabiliriz.
Eskiden sınırlar, tıpkı Apolloncu ve Dionysosçu olanın kesin ayrımı gibi, yerli yerindeydi. Apollon’un düzeni, net kategoriler kurarken, Dionysos’un kaosu, sınırları ihlal etmeyi temsil ediyordu. İç ve dış, hakikat ve yanılsama, sahne ve seyirci birbirinden ayrılmıştı. Şimdi ise bu ayrımların kaybolduğunu düşündük. Akışkan bir dünyada yaşadığımızı, artık sınırların olmadığını söyledik. Ama belki de olan şey, Apolloncu ve Dionysosçu ayrımın çözülmesi değil, ikisinin iç içe geçerek yeni bir kesinlik üretmesi. Artık her şeyin akışkan olduğu bir çağda, belki de en katı sınır, akışkan olma zorunluluğunun kendisi.
Bir zamanlar mesafeler belirleyiciydi. Şimdi her şey iç içe geçmiş görünüyor: Gerçek ve kurgu, ben ve öteki, duygu ve performans. Ama bu iç içelik özgürlük anlamına gelmiyor. Bir şeyin akışkan olması, onun esnek ya da kaybolan bir sınır olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, yeni anlamlar katılaştı, siyah ve beyaz netleşti. Akışkanlığın olduğu yerde, yeni katı kalıplar ortaya çıktı.
Çünkü iç ve dış, birbirinin içine sızarken, fark edilmeyen bir şey oldu: İçeride olmak da, dışarıda olmak da artık bir ayrıcalık değil, bir zorunluluk haline geldi. Sosyal medyanın sonsuz akışında var olmak için sürekli içeride kalmalısın. Ama içeride kaldıkça, seni tanımlayan tek şey bu akışa dahil olman olur. Dışarı çıkmak ise var olmaktan vazgeçmek demek. Ama belki de en ironik olan, çerçevenin dışına çıkmayı başarsak bile, asıl sorunun bu çıkışın kendisi olması.
Çünkü her çerçevenin dışında, başka bir çerçeve var. Her sınır ihlali, başka bir sınırın içinde gerçekleşiyor. Dışarı çıktığımızı sandığımızda bile, aslında yalnızca yeni bir içeri girmiş oluyoruz. Ve tüm bu devinim içinde, belki de özgürleşmenin tek yolu, iç ve dış diye bir şeyin olmadığını kabul etmek. Çerçevenin ardında ne var diye sormak yerine, çerçevenin kendisini sorgulamak. Ama bunu yapabilir miyiz? Yoksa ancak yeni bir çerçeve içinde düşünmeye mi mahkûmuz?
Bir çerçevenin içinden baktık, dışına çıkmak istedik. Çıktık. Ama dışarıda ne gördük? Rubens’in meleğini… O, özgürlüğü arıyordu. Aradı ama ararken burnunu da yolda düşürdü.