Unsere Mütter, Unsere Väter (2013), II. Dünya Savaşı’nın kaotik atmosferini beş genç arkadaşın gözünden anlatan etkileyici bir Alman mini dizisi. Wilhelm, Friedhelm, Charlotte, Viktor ve Greta isimli bu arkadaşlar, savaşın başında gelecekten umutludur ve birbirlerine savaştan sağ çıkacaklarına dair söz verirler. Sözü verdiklerinde yılbaşını kutlama 6 ay vardır. 6 ay sonra buluşalım derler, tam burada. Ancak savaşın acımasız gerçekleri, bu karakterlerin her birini ahlaki ve duygusal bir dönüşüme sürükler, buluşmaları ise, o kısmı belki izlemek istersiniz.
Dizinin en dikkat çekici yönlerinden biri, sıradan insanların savaş sırasında verdiği etik kararların, onların iyilik ve kötülük arasındaki yerlerini nasıl belirlediğini sorgulamasıdır. Wilhelm idealist bir asker olarak savaşa katılırken, kardeşi Friedhelm savaşın anlamsızlığını ve vahşetini hızla fark etmiştir aslında ama nafile. Charlotte hemşirelik yaptığı hastanede Yahudi hastalara nasıl davranacağıyla ilgili zorlu kararlarla yüzleşir, oysa en başında sadece sevdiğine yakın olmak için gönüllü olmuştur hastane görevine. Viktor, Yahudi bir terzidir, onun mücadelesi en baştan kaybedilmiş gibidir sevgilisi Greta ise şöhret peşinde koşarak savaşın karanlık yanlarını göz ardı etmeye çalışır, bu mümkün olabilecekmiş gibi. Bu karakterlerin hikâyeleri, kötülüğün sadece büyük liderlerin eylemleriyle sınırlı olmadığını, aksine sıradan bireylerin küçük ama kritik seçimleriyle nasıl şekillendiğini ortaya koyar.
Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramı bu dizi için oldukça anlamlı bir referans noktası olabilir. Arendt, kötülüğün genellikle bilinçli bir kötü niyetten değil, düşüncesizlik, itaat ve toplumsal baskılara boyun eğmekten doğduğunu savunur. Dizideki karakterler de, bu tür sıradanlık içinde ahlaki sınırları aşar ya da direnmeye çalışır. Charlotte’un Yahudi bir hastayı ihbar etmek zorunda kaldığı sahne, izleyiciyi karakterin seçimleri üzerinden etik ikilemlere sürükler örneğin. Oysa Friedhelm ta en başında söylemiştir, bu savaş içimizdeki kötüyü ortaya çıkaracak diye.
Susan Neiman’ın Modern Düşüncede Kötülük kitabı, modern dünyada kötülüğün nasıl anlamlandırıldığını sorgular. Felaketler ve büyük ahlaki çöküşler karşısında toplumsal sorumluluğun sınırlarını irdeler ve kötülüğün tarihten bugüne kadar felsefi anlamda nasıl ele alındığını güçlü bir şekilde tartışır. Neiman’a göre, toplumsal sorumluluğun sınırları, bireylerin etik kararlar alabilme yetisi ve bu kararların kolektif düzeydeki etkisiyle belirlenir. Felaketler ve kötülük karşısında, bu sınırlar genellikle itaat, pasiflik veya düşüncesizlikle aşılır. İnsanlar, baskı ve korku altında hareket ettiklerinde, kötülük sıradanlaşır ve bu durum, toplumsal çöküşlerin zeminini hazırlar. Neiman, sınırların aslında ahlaki farkındalık ve eleştirel düşünceyle genişletilebileceğini savunur. Bireyler, kendi sorumluluklarını reddetmek yerine, olayların arkasındaki sistemleri sorguladığında, bu sınırlar etik bir dayanışmaya dönüşebilir. Yani sınırlar, düşünceyi ve sorumluluğu devreye soktuğumuzda genişler; pasif kalmayı tercih ettiğimizde ise daralır ve kötülük daha kolay zemin bulur. Bu noktada, ahlaki sorumluluk, sadece bireysel bir seçim değil, aynı zamanda toplumsal bir görevdir.
Simone Weil’in Kökler, İnsanın ve Ruhun İhtiyacı ise, adalet ve aidiyetin insan yaşamındaki yerini keşfeder. Weil, insanlığın temel ihtiyaçlarını anlamaya çalışırken, felaketlere karşı verilen tepkilerin bireysel ve toplumsal düzeyde nasıl şekillendiğine dair çarpıcı bir bakış sunar. Weil'e göre insanın temel ihtiyaçları, fiziksel hayatta kalmanın ötesine geçen, ruhsal ve toplumsal bir dengeyi sağlayan unsurlardır. Bu ihtiyaçlar iki temel kategoriye ayrılır, köklendirme/aidiyet ve anlam ve adalet /eşitlik ve haklar. İnsan, bir yere, topluluğa veya kültüre ait olma hissine ihtiyaç duyar. Weil, bu aidiyet hissinin kaybolmasının bireylerde derin bir yalnızlık ve yabancılaşma yarattığını savunur. Felaketler ve toplumsal krizler sırasında, insanlar bu aidiyeti yeniden inşa etmek için refleks olarak yazılı olmayan kurallar ve düzenler yaratır. Ancak köklendirme ihtiyacı karşılanmadığında, toplumsal çöküşün temelleri atılır. İnsanların yaşamları boyunca karşılıklı olarak saygı ve eşit haklara dayalı bir düzen içinde yaşama ihtiyacı vardır. Weil, adaletin yalnızca yasal bir kavram olmadığını, aynı zamanda bireylerin onurlu bir şekilde yaşayabilmesi için vazgeçilmez bir ruhsal ihtiyaç olduğunu vurgular. Adalet, toplumun birey üzerindeki gücünü dengeler ve bireyin özgürlüğünü garanti eder.
Savaşın bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini, ahlaki çöküşleri ve insanın ruhundaki karanlık noktaları görmek için bu diziyi izleyin. Primo Levi’nin Bunlar da mı İnsan? kitabında anlattığı gibi, savaşın bireyleri hayatta kalma uğruna etik sınırlarını zorlamaya ittiğini görün. Ama işi burada bırakmayın. O savaş koşullarının bugün gündelik hayat içine nasıl musallat olduğunu, yaşadığımız hayatın bizi iyiyi ve kötüyü seçme özgürlüğüne sahip bireyler gibi kodladığını ve bunu nasıl da elimize yüzümüze bulaştırdığımızı görün. Böyle anlarda, bir yanda yanıp kül olan maddi dünyayla uğraşırken, diğer yanda insanlığın etik ve ahlaki sınırlarını yeniden tanımlama ihtiyacının nasıl belirlendiğine de kulak verin.
Kötü olmak, kötüyü seçmek her zaman daha kolay. Peki biz hep kötüyü mü seçeceğiz? Kötülük aynı zamanda umursamamak, bana bir şey olmaz demek, sorumluluktan kaçmak. İyi olmayı sürekli ve yeniden ve defaatle seçmek gerekiyor. Bize düşen işte bu ve zor. İyilik, görünür bir ödülü olmadığı, çoğu zaman fedakârlık gerektirdiği, bizi konfor alanımızdan çıkmaya zorladığı için, maddi mükafat getirmediği içini, bunların tümünden katbekat fazlasıyla bir fayda sağlamadığı için seçilmesi zor. Ve dahası, tahammülümüz yok.
İyiliği seçmek, fark etmekle başlar: Başkalarının acısını görmek, sorumluluk almak ve küçük de olsa bir fark yaratmaya çalışmak. İnsanlığımızı gerçekten ölçen şey, kaosun ve belirsizliğin içinde, kötülüğü kolayca seçebileceğimiz anlarda bile iyiliği seçip seçemediğimizdir. Peki biz, her gün önümüze gelen bu seçimlerde hangi tarafı seçiyoruz?
Türkiye’de yaşanan felaketlere dair anlatılar üzerine düşünürken, Jenny Erpenbeck’in Gitti, Gidiyor, Gitmiş kitabındaki o keskin gözlem aklıma geliyor: İnsanlar, en beklenmedik durumlarda bile, kendi yazılı olmayan kurallarını yaratırlar. Gölde birinin boğulması, bir göçmen grubun bir okula yerleşmesi, her biri, hızla oluşan kurallar, alışkanlıklar ve hatta bir tür düzen yaratır diyordu emekli profesör. Ve bu nasıl oluyor? Sıklıkla kendimi de bu soruyu kendime sorarken buluyorum. Bu düzen, aslında insanlığın kaos karşısındaki reflekslerini ve bir arada var olma çabalarını ortaya koyar. Otel yangını, bu kuralların bir felaket sonrasında nasıl kendiliğinden belirlendiğini en net görebileceğimiz yerlerden biridir. Ama hemen ardından, bu felakete nasıl tepki verileceğinin kuralları da belirleniyor. Gri takım elbiseler üzgün suratlar takınıyor, acımız büyük deniyor ama ortada gerçek bir işteşlik yok. Acımız o anın haricinde asla bize ait bir şey olmuyor, herkes kendi acısını çekiyor. Medyada estetize edilmiş acı anlatısıyla gölgeleniyor ruhumuz, insanın iyilik neydi, kötülük bu anları yeniden ve yeniden kafasında belirginleştirmesi gerekiyor.
Lars Svendsen’in Kötülüğün Felsefesi kitabında tartıştığı gibi, kötülük ve iyilik arasındaki farkı belirleyen şey, bireyin yaptığı seçimdir. Kötülüğün salt bir doğası yoktur; iyilik de öyle. Her ikisi de bağlama, şartlara ve bireyin bu şartlar altındaki kararlarına bağlıdır. Tarihin en büyük otel yangınlarından birinin ardından, ihmaller sebebiyle yanıp kül olan hayatların ardından yaşanan da bu seçime dahildir. Sorumluluktan kaçmak, bedel ödememek, ne pahasına olursa olsun insani yaşama şartlarının, temel insani ihtiyaçların yanında olamamak, hesap soramamak mak, mak, mak. Bu durumları yalnızca bireysel düzeyde de değil, toplumsal anlatılarla da düşünmek gerekir. Türkiye’de bir felaket sonrası kullanılan söylemler, hızla belli bir kalıba oturur: “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu cümle, acının lokalize edilmesini, kişisel alanda tutulmasını meşrulaştırır. Oysa, bu anlatının kendisine isyan etmenin zamanı gelmedi mi? Acının estetize edilmesi, onu seyredilebilir bir hale getirir, ama aynı zamanda bireyleri harekete geçmekten alıkoyar. Bu anlatıyı kırmak için bir kişinin çıkıp “Ne yapıyoruz biz?” demesinin zamanı gelmedi mi?
Peki, bu düzen karşısında iyiliği nasıl tanımlamalıyız? Bu sorunun cevabı, toplumsal sorumluluğu nasıl gördüğümüzde gizli. Bir ağacı gölgesinde oturamayacak olsak bile dikmek işte bu, iyilik adına yapılan bir seçimdir. Oysa günümüz toplumunda bu tür bir sorumluluk, sıklıkla “lüks” olarak görülür. Fedakârlık, özellikle de bireysel çıkarların öne çıktığı modern anlatılar içinde, çoğu zaman göz ardı edilir.
Felaketler karşısında yaptığımız bir diğer hata, hayatın fragmente yapısını unutmak ve her şeyi hızlıca bir hikâyeye, bir sona bağlamaya çalışmaktır. Hoş geldin medyamız. Serim, düğüm, çözüm—işte felaket anlatılarımızın kolaycılığı. Oysa hayat, dümdüz bir çizgi değil; karmaşık, parçalı ve çoğu zaman cevapsızdır. Her anlatıya bir “çözüm” ekleme telaşı, bizi yalnızca acının anlamını kaçırmaya değil, aynı zamanda ona yabancılaşmaya da iter. Çünkü acı, seyredildiğinde derinleşmez, aksine görünürlüğün ardında bir boşluğa hapsolur. Bazen en derin yaralar gösterilmemelidir mesela; medyada tekrar tekrar estetize edilerek sunulmak yerine, sessizce, saygıyla anılmalıdır. Ancak saygı, sessizlikle eş anlamlı değildir. Yüzleşmek, seyretmekten farklı bir şeydir: Acıyı yalnızca görmek değil, ona dair bir şeyler yapmayı seçmek, insanlığın dönüşümünü mümkün kılar. Bu dönüşüm, her zaman kolay olmaz. Sessizce kabullenmek yerine harekete geçmek, kolayca unutulacak anlatılar yerine kalıcı bir etki yaratmak gerekir. İşte bu noktada, kötülük ve iyilik arasındaki seçim, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluğa dönüşür. Bu sorumluluk, acıyı dramatik bir hikâyeye dönüştürmekten kaçınmayı, onun anlamını ve ağırlığını korumayı gerektirir. Belki de dönüşüm dediğimiz şey tam da buradan başlar: İzlemekten vazgeçip, anlamaya ve harekete geçmeye cesaret ettiğimiz anda. Felaketler, insanlığı sınavdan geçirmez; insanlığı, seçimleriyle tanımlar. Ve o seçimler, bizi yalnızca ne olduğumuzla değil, kim olmaya çalıştığımızla da yüzleştirir.
Yoksa, kala kala yine dudaklarımızda Şahsiyet dizisinden bildiğim Agah Makamı şarkısının sözleri kalır.
Bülbül yok ve de gül yalan,
Izdırap benim iptilam
Ah ile vah ile
Geçti bu ömür
Öl keyfini sür
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |