Köln’de bir otelin yüksek katlarında, saat sabah altı buçuk. Hava hâlâ gri, gecenin koyu karanlığıyla sabahın soluk maviliği arasında sıkışmış, tam olarak neye dönüşeceğini bilemeyen bir ara an. Karşımda devasa bir iş yeri binası, her katı dümdüz kesilmiş, kutular gibi sıralanmış pencereler. Kaç tanedir? Yedi kat, her katta yirmi beş küçük kare. 175 pencere. Bazıları bomboş, sabahın ilk ışıklarını içeri alan birer çerçeve yalnızca. Ama bazılarında insanlar var. Masa başında eğilmiş, ekrana bakıyorlar. Birinde kadın temizlik yapıyor, yavaş, neredeyse ritmik hareketlerle süpürgenin başını yere sürtüyor. High-Rise filmi geliyor aklıma, tam oradaki gibi bir sahne. Şu kitaptan uyarlanan film. Bir pencerenin ışığı yanıyor ama içeriyi tam göremiyorum. Kim var, ne yapıyor, belki o da dışarıya bakıyor?
Yeni yaşım bir gün uzakta. O zaman iyi ki doğdun Aslı. Ama şimdi burada, bu pencerelerin karşısında, zamanın durduğu, sabahın henüz başlamadığı bir yerdeyim. Bir Edward Hopper resminin içindeymişim gibi. İç mekânda oturan, penceresini arkada bırakan, yüzü düşüncelere kapanmış, bir yere varamayan kadınlardan biri olabilirim. Ya da Lost in Translation’daki Charlotte gibi camın arkasından şehre bakıyorum. Ama şehir benden habersiz değil, ben bakarken o da bana bakıyor. Belki orada, o karşıdaki pencerelerden birinde, biri beni görüyor. Kendi dünyasından sıyrılıp bir anlığına buraya bakıyor, ışığın farklı açılardan yansıdığı bu erken sabah saatinde, birbirimizi fark etmeden fark ettiğimiz o belirsiz anda, kısa süreli bir karşılaşmanın içinde asılı kalıyoruz.
Önümde Anora filmi için notlar, Cuma günü, Sevgililer Günü’nde anlatacağım seminerden. Aşkın Felsefesi. Ranciere, part no part, Zizec yanılsamanın görüntüsü, Özel Bir Kadın, French Connection ve Fellini referansları. Görünenler ve görünmeyenler, payı olanlar, olmayanlar. Oysa bu an, Anora’nın son sahnesi gibi. Anora, kameraya bakıyor, yani bize ama aslında Igor’a. O an kim olduğu, kimi gördüğü, dünyaya kimin gözleriyle baktığı belli ve o an ilk defa eşit bir iletişim kuruyor. Igor da kendi gibi işçi sınıfından, birbirilerini kelimelerle anlayamasalar da gözleri buluşuyor. Görünmez değiller artık. Bu an gibi. Ben karşı binaya, karşı bina bize bakıyor ve belki de kendi binamda yüzlerce pencereden birinde bir kadını kahve içerken ve bilgisayardaki notlarına bakarken görüyorlar, beni.
Görmek, fark etmek, var etmek. Rancière’in dediği gibi, payı olanlar ve olmayanlar arasındaki çizgi bizim dünyamızda belirsiz. Kimileri görünmezi bu dünyanın, kimileri hep görünür. Ben izliyorum, ama izleniyorum da. Görüyorum, ama bir bakışın içine düşüyorum aynı zamanda. Bu an, sabaha ait, zamana ait, bir tür boşluk. Ama o boşluk içinde bir iz bırakılıyor belki unutulacak, belki hatırlanmayacak ama yine de var olmuş olacak. Bir pencere kenarında durmanın, camın ardındakini fark etmenin, bir anlığına bile olsa görünür olmanın tuhaf ama tanıdık hissi içinde, herkes kendi dünyasına geri dönüyor. Ama orada, karşı binanın bir penceresinde bir yabancı, benim de burada olduğumu biliyor artık.
Geçtiğimiz bir seneyi düşünmeden edemem bugün. Zamanın izlerini geriye doğru takip ederken, hangi gün, hangi an, hangi cümle beni bugüne getirdi, kaçını hatırlıyorum, kaçını unutmaya çalışıyorum? Neler yaşandı, keşke yaşanmasaydı. O cenazeye gittim mi, orada mıydım gerçekten, yoksa neyi hatırlıyorum? Bazı anlar bulanık, bazıları keskin ve yakıcı. Bütün bunlar olmasaydı bugün nerede olurdum? Ama oldular, geri döndürülemezler. Geriye, yalnızca bu gerçekle nasıl yaşayacağını bulmak kalıyor. Alışmak, ayağa kalkmak, kırılmadan esnekçe eğilip bükülmek. Bir ağacın rüzgâra uyum sağlaması gibi, bazen en sert darbeyi alsan da yıkılmamak. Hayatın en yakın benzerinde gerçeklik aramak. Eski fotoğraflara bakıp zamanın gözeneklerinde kaybolmak. İyi kitaplar okudum, güzel filmler izledim. Kelimelerin içime dokunduğu, görüntülerin aklımda yankılandığı anlar oldu. Güzel sofralarda oturdum, kimi zaman dostlarla, kahkahaların arasına sıkışmış kısa hüzünlerle. Kalabalık masalar kadar, sessiz akşam yemeklerini de hatırlıyorum.
Taşındım. Yedi bavulun yedisiyle birlikte merdivenler çıktım, merdivenler indim. Metro girişinde beklerken durup onları izledim. Her biri benimle beraber şehirden şehre sürüklenmiş, içlerinde kıyafetler kadar anılar da taşıyan yedi hacimli gövde. Bir bavulun fermuarı yol boyunca birkaç kez açıldı, içindeki kitaplar ve kâğıtlar dışarı fırladı, bir başkasının kenarı otel odalarının kapı eşiklerine çarpa çarpa ezilmişti bile. En ağır olanın içinde ne vardı, hatırlamıyorum, ama en küçük olanın içinde mavi bir kazak, birkaç defter ve bir fincan vardı, kırılmış mıdır? Kim bilir neden onu yanımda taşımak istemiştim? Metro turnikesinden geçerken hepsini aynı anda sürükleyip geçmeye çalıştığımda, bir an panik oldum: Ya burada takılıp kalırlarsa? O sırada bir çocuk yanıma sokuldu, kafasını kaldırıp bana baktı. “Telefonunu verir misin abla?” dedi. Annesini kaybetmişti. Yedi bavul ve ben, çocuğun annesiyle telefonda konuşmasını dinledik. Annesi karşı tarafta belirdi, çocuk ona doğru koştu. O an bavullar bana biraz daha hafif geldi, sanki kendi yükümün içine başka bir ağırlık karışıp dengeyi bozmuş ve sonra yavaşça geri çekilmişti. Metroya bindim, bavulları dizdim, oturdum. Hepsi oradaydı, sıkışık bir düzende, ama bir şekilde yine de benimle ilerliyorlardı.
Bir çocuk müsameresinde tetiklenen gözyaşlarımla soğuk havaya koştum. Ne olmuştu da bir o neşeli şarkının içinde bütün bir yılın ağırlığını hissetmiştim?
Gördüm, duydum. Görülmedim, duyulmadım. Ya görmeyip gözden kaçırdıklarım? Ya duymamayı seçtiklerim? Kaç şehirde üzüldüm, kaçında sevindim? Bir şehirden diğerine giderken geride bıraktığım anlar, ayak izlerim, düşüncelerim. Kaç şeyi ilk defa yaptım? Kaç kere kendime aynı şeyleri tekrarlayıp yine onları yapmadım? Hep ertelediğim kararlar, cesaret edemediğim adımlar, yıllardır bekleyip de hâlâ başlamadığım projeler. Bazen ilerlemiş gibi hissedip aslında hep aynı noktada döndüğüm oldu. Ama hayat da belki biraz böyle, yinelenen hatalar ve tekrarlardan oluşan bir ritim.
Bir hayatı yaşamaya değer kılan şey nedir? Mladen Dolar’a göre hayatı anlamlı kılan, onun eksiksiz bir bütün olamamasıdır; tamamlanmayan, her zaman bir fazlası ya da bir eksiği olan bir süreç olarak var olmasıdır. Bu eksiklik, bizi harekete geçiren, anlatılar yaratmaya, düşünmeye ve hissetmeye iten şeydir. Eksiklerin tamamlanması. Oysa Alenka Zupančič bu soruya daha radikal bir yanıt verir. Hayatı değerli kılan şey, sadece mutluluk ya da tatmin değil, bizzat ona içkin olan çelişkidir. Çelişki, yalnızca bir şeyin eksikliği değil, varoluşun özünde taşıdığı gerilimdir. Freud’un Unbehagen in der Kultur (Uygarlık ve Hoşnutsuzluk) metninde de söylediği gibi, hayatın anlamı yalnızca tatmin ve mutluluk arayışıyla değil, çatışmalar, kayıplar ve bu kayıpların ardında bıraktığı izlerle şekillenir. İzler.
Belki de hayat, onu başlı başına yaşamaya değer kılan anlamı kendiliğinden vermez, biz onu yaşarken ona anlam yükleriz. Ama bu anlam, yalnızca bireysel bir çabayla şekillenmez. İçine doğduğumuz koşullar, ait olduğumuz sınıf, sosyal çevremiz, hangi dilde düşündüğümüz, hangi coğrafyada yaşadığımız bütün bunlar, hayatın bizim için nasıl bir yer olduğuna karar veren görünmez yapılar oluşturmaz mı? Kimine göre evet. Çünkü hayat, geriye dönüp baktığında yalnızca iyi günlerin değil, kırılma anlarının, beklenmedik karşılaşmaların, zor soruların ve belki de hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecek bilmecelerin toplamıdır. Kimi zaman hayatın değerini belirleyen şey, ona hangi noktadan bakabildiğimiz değil, o noktaya hangi yollarla itildiğimizdir. Judith Butler’ın Kırılgan Hayat kitabında bahsettiği kırılganlık ve yas meselesi gibi, hangi kayıplar kamusal bir yas haline gelir, hangileri görünmez kalır? Kimler yaşama hakkını güvence altında hisseder, kimler sürekli savunmada olmak zorundadır? Belki de bu yüzden, geçtiğimiz yılın ağırlığını sadece yaşadıklarımla değil, yaşayamadıklarımla da hissediyorum. Bazı kayıplar bir cümlede bile anılamayacak kadar büyük, bazıları ise herkesin gözünün önünde olup kimsenin fark etmediği kadar sessizdi. Benim yasım nerede duruyor, hangi anlar başkaları için görünmez, hangileri yalnızca benim içimde yankılanıyor? Bu yıl kaç kez güçlüyüm diye kendime söyledim, kaç kez aslında hiç de öyle hissetmediğimi fark ettim? Güçlülük de ne? Neden güçlü olmalıyım ki? Kaç şehirde kendime ait olmayan bir evin penceresinden dışarı bakıp düşündüm. Burada mıyım gerçekten, yoksa sadece duruyor muyum? Geçen seneden bana kalan, bir yandan kayıpların eksilttiği, bir yandan da direnmenin çoğalttığı bir benlik. Hâlâ eksik, hâlâ tamamlanmamış, ama yine de devam eden.
O halde yine sorsam, yüzyıllardır sorulduğu gibi: Hayatı yaşamaya değer kılan şey nedir? Mutluluk değil. Zaten mutluluğun kendisi, onu elde etmeye çalışırken elden kayıp giden, çoğu zaman farkına bile varılmadan yaşanıp biten bir şey değil mi? Zaten mutluluk, büyük anlarla değil, küçük anların yoğunluğu ve derinliğiyle tanımlanmalı. Mutluluk değil, tatmin mi? Ama neyin tatmini? Sonsuz bir arzu döngüsüne sıkışıp, hep bir şeylerin eksik kalacağını bile bile yine de bir anlam peşinde koşmak mı? O haz. Eksikliğin içinde, bazen bir anlığına bile olsa tamamlanmış hissetmek mi?
Bazen tensel, bazen tinsel. Ama en çok, ikisini birden kapsayan, iç içe geçen bir his. Helene filmini izlerken hissettiğim şey nedir? Ya da o müzenin soğuk renkli duvarlı kafesinde otururken, az sonra en çok görmeyi istediğim o birkaç resmi görecekken anın içinde asılı kaldığım ve kafede kendime bir boşluk anı verdiğim o dakikalar. Ya da akşamüzeri denize doğru yürürken, küçük ampullerin sarktığı, o kalabalığın orayı nasıl olup da bulduğu merakımla, sadece denize bakıp onun muhteşem olduğunu düşündüğüm o coşkulu an. Burada olmanın, buradan öteye gitmenin ya da geriye dönmenin bir önemi yoktu. Hegel’in tinin yolculuğu gibi, varılacak bir nokta değil, yolun kendisiydi konu. Hayatı yaşamaya değer kılan şey, büyük hedefler ya da tamamlanmış bir anlatı değil, bu tür anların içinden geçebilme şansı. O anların yakalanabilir olması. İçinde olduğunda kaybolmamak, geçip gittiklerinde yok olmadıklarını bilmek. En azından bazılarını hatırlayarak, bazılarını ise bilerek unutarak, ama hepsini bir şekilde biriktirerek devam edebilmek. Çünkü hayat yalnızca yaşanmış anların toplamı değil; bazen kaybedilmiş olanların, bazen de fark edilmeden yaşanmış olanların ağırlığıyla birlikte var oluyor.
Son dönemde sık sık, Helene Schjerfbeck’in resimlerinin içinde kendimi düşünüyorum. Etrafımda gündelik telaşlar varken, uzun bir sofrada sohbetler edilirken ben bir resmin içine düşüyorum. Renklerin soluk ama yoğun oluşu, çizgilerin belirsizliği, figürlerin yokluğunda bile hissedilen varlık. Kafamdaki resmin içinde, geçmişin ve şimdinin üst üste bindiği bir boşluk var. Schjerfbeck’in dünyası, benim baktığım dünyayla kesişiyor mu? Onun resimlerinde zaman duruyor, ben ise zihnimde ise aynı filmleri, aynı kitapları, aynı cümleleri dönüp dolaşıp tekrar ediyorum. Yeniye yönelmek yerine bazen geçmişe bakarak durmayı hatta geri gitmeyi özlüyorum.
“Denizci (Einar Reuter)”, Reuter’i betimliyor. Aşkını hiç anlatamadığı Einar Reuter. Bu ikilinin arasındaki hiç söylenmemiş olanların acısını taşıyorum içimde. Figür, açık ve parlak fırça darbeleriyle işlenmiş, soluk bir fonun içinde adeta belirsizleşiyor. Reuter’in bedeni gevşek, yüzü hafifçe yana dönmüş, ama figürü çevreleyen atmosfer içinde kayboluyormuş gibi. Schjerfbeck burada klasik bir portre tekniğini koruyor ama modelini keskin çizgilerle tanımlamıyor; onun yerine yumuşak renk geçişleri ve belirsiz fırça darbeleriyle bir varoluş hali yaratıyor. Figür, resmin içinde var ama tam anlamıyla da orada değil sanki bir anın içinden geçiyor, kalıcı değil, geçici bir iz bırakıyor.
İkinci resim, 1912 tarihli oto portresi, sanatçının kendine daha yakından bakmaya başladığı bir döneme ait. Burada yüz daha belirgin, cilt rengi soluk ama fırça darbeleri hâlâ yumuşak. Yüzün altındaki kemik yapısı belirginleşiyor, ama bakış canlı, doğrudan ve sorgulayıcı. Sarımtırak fondan yüzü öne çıkarken, gözlerde bir derinlik, bir içe bakış var. Koyu mavi kıyafeti ve açık fon arasındaki kontrast, yüzü odak noktası haline getiriyor. Buradaki Schjerfbeck hâlâ kendine dair net bir imge sunuyor, ama sonraki yıllarda resim yapma biçimi değiştikçe, bu netlik yavaş yavaş çözülecek. Ama Anora’nın son bakışı gibi dik dik bakıyor bana. Tam merkezden yakalıyor gözlerimi. Bir oto portre asla sadece bir oto portre değildir. O bir hayat ve sonsuz olasılıklı bir hikayedir aynı zamanda. Anora’nın arabadaki son bakışı, Schjerfbeck’in oto portrelerindeki bakışlarla bir yankılanma yaratıyor mu? Helene Schjerfbeck’in oto portreleri de benzer bir gerilimi taşıyor: 1912’de yaptığı oto portresinde bakış doğrudan, sorgulayıcı, belki hafif tedirgin ama hâlâ belirgin. Kendine bakıyor ama aynı zamanda bakanı da yakalıyor. Yıllar geçtikçe bu bakış soluklaşıyor, çizgiler seyrekleşiyor, 1944’teki oto portresinde yüz neredeyse tamamen silikleşiyor. Ama o son oto portrede, detaylar kaybolsa da bakış hâlâ orada. Anora’da olduğu gibi, görünürlük ve görünmezlik arasındaki sınırda, fark edilme ve silinme arasında gidip gelen bir bakış.
Biri tuvalde sabitlenmiş, zamanın içinde eriyen; diğeri film karesinde anlık ama yakaladığı anda sarsıcı bir kesinlik taşıyor. İkisi de kimlik, varlık ve görünürlük üzerine bir meydan okuma. Bakışın doğrudan olması, izleyiciyi çağırması, ama aynı zamanda bir mesafe koyması. Bir yüz ne zaman kaybolur, ne zaman gerçekten fark edilir?
Son oto portrelerinden olmalı, ya da son mu? 1944 yılında yaptığı oto portre, sanatçının en radikal ve çarpıcı oto portrelerinden biri. Burada figür, neredeyse tamamen dağılmış bir siluete dönüşmüş. Yüz artık detaylardan arınmış, yalnızca birkaç çizgi, birkaç gölge ile varlığını sürdürüyor. Göz çukurları belirgin ama içi boş, dudaklar ise yalnızca tek bir kırmızı noktayla gösterilmiş. Resmin dokusu daha pürüzlü, çizgiler ve formlar artık kesinlik taşımıyor. Burada Schjerfbeck, portre geleneğini tamamen kırarak, kendi yüzünü bir yüz olarak değil, zaman içinde eriyen, kaybolan bir iz olarak sunuyor. Bu, bedenin ve kimliğin dönüşümüne dair bir anlatı gibi.
Bu üç resim, bir sanatçının kendi figürünü ve başkalarını nasıl gördüğünün değişimini göstermenin ötesinde, varoluşun kendisine dair bir sorgulama. İlk resimde figür hâlâ tanımlı ve var, ikinci resimde kimlik bir sorgulama alanına dönüşüyor, son resimde ise yüz artık yalnızca bir gölge, bir anı, bir silikleşme. Silikleşmek, eksilmek gibi. Schjerfbeck’in fırçası, hem var olmanın hem de zamanla çözülmenin kaydını tutuyor. Neden dönüp dönüp bu resimleri düşünüyorum? Neden uzak bir zaman ve coğrafyada yaşamış bu kadınla, benzer olmayan hayatlarımızın içinde, yine de bir paralel dünya kuruyorum? Şimdi kendi yüzüme bakıyorum, aynada değil, ama Schjerfbeck’in oto portrelerinde, eksilen çizgilerde, solgun renklerde. Kendini silerek görünür kılan bir sanatçının izinde, belki de var olmanın yalnızca belirginleşmek değil, bazen kaybolmayı da kabul etmek olduğunu anlıyorum.
O zaman, iyi ki doğdun Aslı. Ne kadar zamanın var bilinmez. Ama her gün yeni baştan başlanabilir. Şehirler değişebilir, pencerelerin ardında bir anlığına görünür olabilirsin ya da tamamen silinebilirsin. Bir yılın içinden geçen yollar, taşınan bavullar, geride bırakılanlar ve belki fark edilmeden yaşanmış olanlar, hepsi hâlâ seninle. Eksilerek çoğalmak mümkün, silinirken daha çok görünmek de. Hayatın tüyosu, belki de esneyebilmek, bazen eğilip bükülerek de olsa ayakta kalabilmek. Ve bu yıl, ne erteleyerek ne de acele ederek geçsin. Eksiklerin de fazlalıkların da yerini bulduğu, hem durmanın hem de ilerlemenin anlam kazandığı bir yıl olsun. Kararsızlıkla beklemenin de, cesaretle adım atmanın da eşit ölçüde mümkün olduğu bir zaman. Yapmak isteyip de bekleyenler, zamanı geldiğinde değil, hissettirdiğinde gerçekleşsin. İyi kitaplar, güzel filmler, büyük sofralar, sevdiğin insanların sesleri hep yanında olsun. Şehirlerde kaybolurken, durup denize bakarken ya da yeni bir kapıdan girerken, kendini hep yeni baştan kurabildiğini hatırla. Bir resmin içinde kaybolup tekrar kendini bulduğun o anları çoğalt.
Ve en çok da, var olmanın yalnızca belirginleşmek değil, bazen silinmeyi de göze almak olduğunu unutma. Kendi oto portreni her gün başka renklerle, başka çizgilerle yeniden yapabileceğini bil. Ölüm değil, yaşamın anlamsızlaşması gerçek trajedidir.
O yüzden, iyi ki doğdun. Eksildikçe genişleyen, çoğaldıkça derinleşen bir yıl olsun.