Kızım yanıma geldi ve bana, “Neden okulda başarı sadece akademik notlarla ölçülüyor, neden hayatta başarılı olmak hep bu notlara bağlanıyor?” diye sordu. Sorusu beni hem kişisel hem de toplumsal düzlemde düşündürdü. Hayatımızın farklı aşamalarında başarıyı nasıl tanımladığımız, neye değer verdiğimiz ve bu ölçütlerin bireyler üzerindeki etkisi üzerine düşünmek kaçınılmaz hale geliyor. Ama dahası ben sadece bir anne olarak da duymadım bu soruyu, hayatını akademisyen olarak geçirmiş biri olarak da duydum. Okulda akademik başarının neden önemli olduğunu bir türlü anlayamıyorum zira akademik hayatta akademik başarı hiç önemli değil. Dolayısıyla bu soruyu yanıtlamaya çalışırken, aslında dönemin çelişkilerini ve başarı kavramının değişkenliğini sorguladım. Cevabı hala bulabilmiş değilim. Ne diyeyim mesela kızıma, popülerlik mi önemli diyeyim?
Eğitim sistemi, bireyin yeteneklerini ve potansiyelini değerlendirmede oldukça sınırlı bir yaklaşıma sahip. Dahası bizde durum iyice karışık. Örneğin çocukların testlere alışması olumsuz bulunduğundan Milli Eğitim sınavları ortak ve açık uçlu yapmaya karar verdi. Ama liseye geçiş sınavı hala test. Dolayısıyla aslında neyin önemli olduğu ne taraftan bakarsak değişiyor gibi. Bourdieu, eğitim kurumlarının yalnızca bireysel yetenekleri değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel sermayeyi de ölçtüğünü ifade ediyordu. Kültürel sermaye, bireyin ailesinden ve çevresinden edindiği bilgi birikimi, alışkanlıklar ve sembolik değerlerle ilişkilidir. Eğitim sistemi, bu sermayeyi belirli bir çerçeve içinde pekiştirir ve bireyleri toplumsal hiyerarşi içinde konumlandırır. Bugün bu da değişiyor gibi. Bildiğimiz here şey yıkılıyor ve yerine yeni, bilmediğimiz güvenemediğimiz bir düzen geliyor. Elimizi, kolumuzu nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Ayağımızın altındaki halının her gün çekildiği bir düzene uyum sağlamaya çalışıyoruz ve yoruluyoruz, bıkıyoruz, tükeniyoruz.
Karl Marx, emek-değer teorisiyle emeğin, üretilen metaların değerini belirleyen temel unsur olduğunu savunur. Günümüzde ise emeğin değeri, sadece üretim süreciyle değil, bu üretimin piyasa koşullarında nasıl sunulduğu ve algılandığıyla da ilişkilendiriliyor. Neymar’ın 2024 yılında yalnızca 41 dakikalık bir performansla 101 milyon euro kazanması, emeğin değerinin piyasa dinamikleriyle nasıl farklılaştığını göstermiyorsa ve ben bu duruma en azından bir açıklama bile getiremiyorsam durum çok vahimleşiyor çünkü. Topluma yaptığımız katkı ile mi başarımız belirleniyor? Hayır. Kişisel tatminle mi belirleniyor? Neymar, bireysel yeteneklerinden çok futbolun küresel bir tüketim nesnesine dönüşmesi sayesinde bu kadar kazanç elde ediyor olmalı. O zaman okullarda akademik başarı hala neden önemli? Sorgulamayı öğretiyor desem, hayır. Hendek Savaşı’nın üç sonucu vardır, şehrin etrafına hendekler kazılmıştırdan öte bir bilgi ve sentez yok ortada. Analitik düşünmeyi de öğretmiyor, peki akademik başarı ezber midir? Eğer öyleyse şu an okullarda okuyan çocuklar onları bekleyen hayata nasıl hazırlanacak?
Popülerlik ve başarı arasındaki ilişki, çağdaş toplumlarda bireylerin değerlerini ve toplumsal normları belirleyen bir mekanizma haline geldi. Ancak popülerlik, başarının temel ölçütü olmaktan ziyade, yüzeysel bir algı yaratma aracı olarak işliyor. Anlık görünürlük, sosyal medyanın takipçi sayıları ya da kamuoyunun geçici ilgisi ne bireyin emeğini ne de üretiminin kalitesini tam anlamıyla değerlendiriyor. Popülerlik, sıklıkla, başarı kavramını içeriğinden uzaklaştırarak onu bir gösteriye indirgerken, bireylerin ve toplumların yüzeysel değerler üzerine kurulu bir düzene hapsolmasına yol açıyor. Gerçek başarı, popülerliğin ötesine geçerek uzun vadeli etkiler, toplumsal katkılar ve bireysel emeğin anlamlı karşılıklarıyla kendini gösterir. Kalıcılık, özgünlük ve derinlik, başarıyı popülerlikten ayıran temel unsurlar arasında yer almalı diye biliyorum, görünen o ki, bu bilgiler de artık eski. Bana göre popülerlik üzerinden tanımlanan başarı anlayışı, bireylerin emeğini ve yaratıcılığını piyasa dinamiklerinin dayattığı yüzeysel ölçütlere tabi kılıyor. Bu durum, toplumsal değerleri yüzeyselleştirirken, bireylerin kendilerini tatminsiz bir döngünün içinde bulmasına neden oluyor. Bu tatminsizlik döngüsü, bireylerin gerçek bir anlam arayışı içinde olduklarını, ancak bu anlamı popülerlik peşinde koşarken kaybettiklerini gösteriyor. Oysa tatmin, yalnızca bireyin kendine değil, yaptığı işin başkalarına olan etkisine odaklandığında daha kalıcı ve derin bir hale gelir. Gerçek tatmin, bir beğeni sayısından ya da takipçi kitlesinden değil, emeğin bir fark yaratma potansiyelinden doğar. Birey, kendi değerlerini toplumsal faydayla birleştirdiğinde ve yaptığı işin başkalarının yaşamında anlamlı bir etki yarattığını gördüğünde, popülerliğin ötesine geçen bir tatmine ulaşabilir. Bu tatmin, yalnızca bireysel bir haz değil, aynı zamanda topluma ve geleceğe dair bir katkı hissiyle birleşir. Bence. Yani bugün daha iyi anlıyorum ki aslında ben de son derece arkaik düşünceleri korumaya çalışıyorum.
Akademik ya da sanatsal üretim, piyasa dinamikleri ve popülerlik üzerinden değerlendiriliyor. Günümüzde bireylerin bilgi ve becerilerinden çok, bu bilgi ve becerilerin sunumu ve toplumsal dikkat çekme yetenekleri ön plana çıkıyor. Bu nedenle, emek ve değer arasındaki ilişki, bireyin üretim kapasitesinden uzaklaşıp daha çok yüzeysel bir başarı algısına dayanıyor. Sosyal medya çağında, popülerlik bir başarı ölçütü olarak öne çıkıyor. Artık akademik dünyada bile, bir kişinin ne kadar popüler olduğu, uzmanlığından daha fazla önem kazanabiliyor. Bir konuda derin bilgi sahibi olmayan bir kişi, sosyal medyada yüksek takipçi sayısına sahipse o konuda konuşmacı olarak davet edilebiliyor. Popülerlik, bilginin derinliğini ve niteliğini geri plana iterken, yüzeyselliği ödüllendiren bir anlayışa dönüşüyor. Bak hala neler diyorum? Ben akıllanmayacağım.
Bong Joon-ho’nun Parasite filmi, toplumsal eşitsizliklerin başarı kavramıyla nasıl iç içe geçtiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Filmde, iki aile arasındaki ekonomik uçurum, sadece maddi kaynaklarla değil, aynı zamanda sosyal statü ve görünürlükle de belirginleşir. Zengin Park ailesi, konforlu hayatlarını korumak için başkalarının emeğine ve onların görünmezliğine ihtiyaç duyarken, yoksul Kim ailesi, bu eşitsiz düzen içinde kendilerine bir yer bulmak için görünmezliği strateji olarak kullanır. Film, başarıya giden yolların sadece bireysel çabalarla değil, sistemin dayattığı sınıf dinamikleriyle nasıl sınırlandığını ve hatta belirli kesimlere tamamen kapandığını gözler önüne serer. Sonuçta, başarı, herkes için ulaşılabilir bir hedef olmaktan çok, toplumun ayrıcalıklı kesimlerine sunulan bir imtiyaz olarak görünür.
Michel Foucault, modern toplumlarda başarı gibi kavramların bireyleri belli bir düzene sokmak için nasıl kullanıldığını anlatır. Ona göre, başarı, sadece bireyin çabasıyla değil, aynı zamanda sistemin bireyden beklediği standartlarla şekilleniyor. Örneğin, başarı, notlar, maaş veya popülerlik gibi ölçülerle sınırlandırarak insanları bu değerlere uyum sağlamaya zorluyor. Bu bir tür kontrol mekanizması gibi işliyor; birey, farkında olmadan kendini bu standartlara göre yeniden düzenliyor. Dahası gözetim toplumu, bireylerin bu kalıplara uyup uymadığını sürekli takip eden bir yapı olarak ortaya çıkıyor. Zygmaunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramı ise bu başarı anlayışının sürekli değişen ve kaygan bir zeminde olduğunu da bize gösteriyor. Başarı artık sabit ve tanımlı bir şey değil; bireyler her an değişen beklentilere göre kendilerini ayarlamak zorundalar. Bu durum, bir yandan özgürlük gibi görünse de diğer yandan sürekli bir arayış ve yeniden tanımlama süreci yaratıyor. Başarı, bir hedef olmaktan çok, peşinden koşulan ama hiçbir zaman tam olarak ulaşılmayan bir şeye dönüşüyor. Bu fikirler, başarının bireyler için ne anlama geldiğini yeniden düşünmemizi sağlıyor; aslında başarı, bize dayatılan bir hikâyeden başka bir şey değil.
Shoshana Zuboff’un “Gözetim Kapitalizmi” kavramından da bahsedeyim. Zuboff, bireylerin tüketim nesnesine indirgenerek dijital ekonominin bir parçası haline geldiğini savunur. Yani her bireyin aslında kendisi bir meta. Popülerlik, bireyin özgün üretimini değil, toplumsal dikkat çekme kapasitesini ön planda tutan bir sermaye türü haline geliyor. Bu durum, yalnızca bireysel başarı algısını değil, toplumsal değer sistemlerini de kökten etkiliyor.
Bana kalırsa, başarıya dair bu karmaşık ve yorucu tartışmanın içinde, en anlamlı tatmin topluma fayda sağlayan işler yapmaktan ve kendi sınırlarımızı aşarak başkalarının yaşamına dokunabilmekten geçiyor. İnsan olarak varoluşumuzun temelinde, yalnızca kendimize değil, çevremizdeki insanlara, topluma ve hatta gelecek nesillere bir şeyler bırakma arzusu yatıyor. Hannah Arendt’in “insanlık durumu” üzerine düşüncelerini hatırlıyorum; ona göre, gerçek anlamda kalıcı olan tek şey, diğer insanlar için yaptığımız işler ve bıraktığımız izdir. Yaptığımız işin bir başkası için anlam taşıması, bizi sadece bireysel tatminle değil, kolektif bir değerle de buluşturur.
Elbette başarı tanımı herkes için farklı olabilir. Kimi bireysel hedefleriyle tatmin olurken, kimi için bu tatmin ancak başkalarıyla paylaşınca anlam kazanır. Ama belki de bu noktada, başarı kavramını yeniden tanımlamak gerekiyor. Özgünlüğü koruyarak, bireysel hırsın ötesine geçerek ve başkaları için bir fark yaratmayı hedefleyerek. Popülerlik ya da toplumsal normların dayattığı yüzeysel ölçütler ne kadar güçlü olursa olsun, bu değerler üzerine kurulan bir yaşam, başarının en kalıcı ve anlamlı halini sunabilir. Bu hem bireyi hem de toplumu dönüştüren bir başarı tanımı olabilir. Ama şimdi başlangıç tartışmasına geri dönelim. Kızıma ne diyeceğim? Ona akademik başarı bir araç olabilir, ama hayatımızdaki tek yol gösterici olmak zorunda değil, hayat, öğrenmekten ve başkalarına dokunmaktan ibaret bir yolculuk, başarıyı bu yolculukta bıraktığımız izler, başkaları için yaptığımız anlamlı şeyler ve kendimize kattığımız değerler üzerinden tanımlarsak, belki de bu sorunun kesin bir yanıtına ihtiyacımız kalmaz, diyebilirim. Belki de başarı, hayatı dolu dolu ve anlamlı bir şekilde yaşamak için seçtiğimiz yoldur, diye de ekleyebilirim. Yine de bu cevaplarımın doğru olduğundan hiç emin değilim. Belki de bitirmenin en doğru yolu, bu soruya kesin bir yanıt vermek yerine, kızıma bu soruyu sormaya devam etmenin ne kadar değerli olduğunu anlatmak olabilir. Çünkü başarı, zamanla ve deneyimle şekillenen bir kavram; kişisel, toplumsal ve hatta dönemsel olarak değişebilir. Ona, kendi yolunu keşfetmesi için cesaret vermeli ve bu sorunun kesin bir cevabı olmadığını, ama bu belirsizliğin bile başlı başına bir öğrenme süreci olduğunu söyleyebilirim. Sonuçta, başarıdan daha önemli olan şey, bu soruları sormak, cevaplarını aramak ve bu arayışın bize kattıkları değil midir? Umarım. Ve ben bu yazıyı yazana kadar 41 dakika daha geçti ve Neymar 101 milyon Euro daha mı kazandı? Kızıma anlatacaklarım var ama önce cevabı kendim bulmalıyım.
Not: Aslında bu hafta izlediğim dizi ve filmlerden seçkiler yapacağım bir yazı planladım. Ama yazı planlarıma uymadı. O zaman siz iyisi mi Kutsal İncirin Tohumu filmini izleyin, onu bir ana nasılsa konuşuruz.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |