Ben liseyi Ankara’da okudum. Birbirlerinden tozlu top sahalarıyla ayrılan memur lojmanlarından ibaret o Ankara mahallelerinden birinde… Yüzüncü Yıl Mahallesi’ndeki Kılıçarslan Lisesi’nde.
Lise 1’in ilk günü, en ergen sıkılganlığımla öğrenci kalabalığına doğru yaklaşırken kulağıma tanıdık bir melodi çalınmıştı. Bir ıslık sesi… O lacivert öğrenci denizinde biri, Ahmet Kaya’nın “Ağlama bebeğim” şarkısını üflüyordu dudaklarından okulun bahçesine. Sıra olmaya çalışan öğrencileri yara yara, ıslık sesini takip ederek buldum sesin sahibini.
Şişman, esmer, ben yaşta bir oğlandı. Ellerini cebine sokmuş, inceden “çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluk var, paylaşılmaya hazır bir hayat var” diye fısıldamaktaydı kalabalığa.
Yanaştım, “merhaba” dedim.
Garipsedi, “merhaba” dedi.
“O şarkısını ben de çok severim” dedim.
Çekindi. “Kimin?” diye sordu mesafeyi koruyarak.
Kulağına doğru hafifçe eğildim. “Ahmet Kaya’nın işte” dedim.
Ne zamandır görüşmemiş iki dostun sıcaklığı ile baktık birbirimize. O günden sonra lise bitene kadar, bir günümüz bile ayrı geçmedi. Babası, şaibeli bir ölüme kurban gitmiş eski bir ülkücüydü. Okul gömleğinin altına ay yıldızlı tişört giyiyordu. Şok oldum. O da benim asıl adımın “Aram” olduğunu ve Hakkarili bir Kürt olduğumu duyunca şok oldu. Ama bu şokları Ahmet Kaya dinleyerek yumuşattık.
Hayatı ve siyaseti el yordamıyla öğrenmeye çalıştığımız zamanlarda, Ahmet Kaya dinleyip demli çay içerek çok sabahladık, çok tartıştık. “Ben de babam gibi ülkücüyüm ama Ahmet Kaya başka” derdi hep…
Üniversite yıllarında koptuk birbirimizden. Ama eminim, o hala benim dostum. Hala ne zaman “Ağlama Bebeğim”i dinlesem, Karanfil Pasajı’nın önünde bir imza gününde, Ahmet Kaya ve Selda Bağcan’a “Koçero” kasedini imzalatmak için bekleyen halimizi hatırlarım.
=========================
Yine Ankara… Bu kez Sakarya’dayız. Okul çıkışı dershaneye gidiyorum. Sıra arkadaşım Mustafa. Harbi çocuk. Tembel ama zeki. Uysal ama çok cesur. “Niye hep cebinde kelebek taşıyorsun?” diye soruyorum bazen. “Ne olur ne olmaz kardeş” diyor. İki ders arasında bira çakıyor, haftasonu sınavları sonrasında kızlarla okey oynamaya gidiyoruz.
Ben 24 saatin 18’inde kulağımda kulaklıkla Ahmet Kaya dinliyorum. An Gelir, İyimser Bir Gül, Başım Belada, Başkaldırıyorum… Tüm kasetler çantada. Hele “Şarkılarım Dağlara” albümü yeni çıkmış ki, ortalık “Kum gibi”yle, “Ağladıkça” ile inliyor.
Mustafa, Ahmet Kaya dinlememden pek hoşlanmıyor. “Ne var la bu komünistte bu kadar?” deyip yüzünü ekşitiyor. Ahmet Kaya’nın Kürtlüğü ile değil, solculuğu ile anıldığı dönemler… Ben de ona “bu şarkılar barışı, kardeşliği, adaleti, aşkı anlatıyor. Hiç kötü bir laf, küfür, nefret duydun mu bu şarkılarda?” diyorum. Cevap vermiyor.
Bir akşam, dershane çıkışında kavga çıkıyor. Biri, diğerinin sevgilisine bakmış falan… Benle Mustafa da giriyoruz kavgaya. Sıkı dövüşüyor ama asla elini kelebeğine atmıyor. Kavga dağılıyor, suratta yenilen yumrukların kızarıklığı ve çokça delikanlılık tribiyle en yakın birahaneye oturuyoruz Mustafa’yla. İki 33’lük söylüyoruz.
Mustafa iki sağlam yudum çaktıktan sonra, “sana bişey diyecem kardeş” diyor.
“Hayırdır” diyorum.
“Ben reis’im” diyor.
“Nasıl yani?” diyorum.
“Fatih Sultan Mehmet Lisesi’nin reisiyim ben, ülkücüyüm” diyor.
“Tamam” diyorum.
Kaş altından mahcup mahcup bana bakıyor.
“Kardeş ben Ahmet Kaya’yı çok seviyorum. Ama bizim ortamlarda dinleyemem. Bazen derste kulaklığı takıyorsun ya, bi ucunu da bana versene” diyor…
Mustafa ile hala görüşüyorum. Siyaseten kavga ettiğimiz çok şey var ama her ikimizde hayatta durduğumuz yere saygı gösteriyoruz. Bazen Ankara’da buluşup yine Sakarya birahanelerine takılıyoruz, illa ki dilimizde bir Ahmet Kaya şarkısıyla…
………..
Sizi neden yukarıda anlattığım iki dostumla tanıştırdım biliyor musunuz?
Çünkü dayanamadım.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bir kez daha Ahmet Kaya’ya saldırmasına dayanamadım.
Biliyorsunuz, Bahçeli Kayseri’de partisinin tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada, Abdullah Gül’ün Ahmet Kaya’ya müzik dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü vermesine sert bir dille karşı çıktı.
Şunları söyledi Bahçeli:
“Bu ödülü siz mi düşünüp takdir ettiniz yoksa bir teklifi mi uygun buldunuz? Etrafınızda PKK’ya ödül verilmesi dillendirilmişse, kaygımız terör örgütü Çankaya Köşkü’ne kadar sızmıştır.”
Kuşkusuz bu MHP liderinin Ahmet Kaya’ya “terör örgütü üyesi” sıfatıyla hakaret ettiğini sanmasının ilk örneği değil. Bahçeli, 2010’da Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in Paris’teki mezarlarını ziyaret eden Kılıçdaroğlu’nu da eleştirmiş ve “vatan hainlerinin mezarına gidilmez” demişti. Bahçeli, tıpkı Gül’e söylemeye çalıştığı gibi Kılıçdaroğlu’na da ”sağın solun dolduruşuna gelme” diye seslenmişti.
Garipsememek lazım. Siyaset böyle kirli bir uğraş.
Ancak bu kez niyedir bilmem, “Bahçeli’ye kendi cenahından biri cevap vermeli” diye düşündüm.
Belki dedim, Ahmet Kaya’nın tüm müzikal altyapısı ve ezgilerini araklayarak kendini var eden onlarca ülkücü müzisyenden biri çıkar da “Ülkücüyüm ama Ahmet Kaya başka” der…
Belki dedim, bir ülkücü yazar-çizer çıkar da “Nefreti bir kenara bırakalım, o da Nazım Hikmet gibi bizim bir değerimizdir” der…
Bir kez daha, bu sözleri söyleyecek kimse çıkmadı o dünyadan. Üzüldüm. Ülkücüler içinde onu severek dinleyen, “siyasetini değil, şarkılarını seviyorum” diyen binlerce insan olduğunu bildiğim için üzüldüm.
Yukarıda sevgiyle andığım ülkücü arkadaşlarıma sitemimdir bu.
Peki, öyle olsun…
Ahmet Kaya yine sizin herkesin içinde “vatan haini, tu kaka” deyip, sevgilinizi düşünürken gizlice dinlediğiniz adam olsun.
Bizim yüreğimizin köşesi, canımız ciğerimiz… Sizin sırrınız olsun…