On yıl müzakere sürecinde bir kez bile gerçekleşmeyen AB-Türkiye zirvesi artık ay değil hafta ritmiyle toplanmaya başladı. Mart ayında ikinci zirveyi izledik. Gündem sığınmacılar meselesi ve Türkiye'nin masaya koyduğu çözüm önerileri. Türkiye beklenmedik şekilde kıyıları üzerinden Avrupa'ya sığınmacı akımını denetim altına alma, yönetilir kılma teklifi ile sürece yeni bir ivme kazandırdı. Fikir basit olduğu kadar efektif. Türkiye Yunanistan adalarına geçen tüm göçmenleri geri alma tahaahüdü ile insan kaçakçılarının kazanç kaynağını tıkamak istiyor. Adalara geçmenin anlamı kalmadığı için, riske girme, para yatırmanın da anlamı kalmıyor. Buna karşılık AB, Türkiye'den Suriyeli sığınmacı kabul edecek. Ayrıca yardım bütçesini 3 milyardan Euro'dan 6 milyara yükselterek, Türkiye'deki mültecilerin yaşam koşullarını destekleyecek. Türkiye açısından en önemli mesele ise Schengen bölgesine vize muafiyeti. Yazımızın konusu da bu, sığınmacılar meselesi ve bu meselenin “ahlaki” boyutu değil. Bu konuda çok yazıldı, biliniyor. Ekimde kalkması planlanan vize sorunu haziran ayına çekiliyor. Bu karar gerçekleşirse AB-Türkiye ilişkilerinde son on yılın en önemli gelişmesine, belki bir dönüm noktasına şahit olacağız. Mümkün mü, gerçekçi mi sorusu yanında, “ahlak” meselesi bir kez daha devrede.
Bizim mahallenin çocukları nedense mutsuz. Ya vizenin kalkmayacağından eminler (Aktar, Münir gibi), ama nerdeyse hepsi kararı ahlaki bulmuyor. Suriyeli sığınmacılar satılarak alınan bir karar, veya sığınmacıların şantaj kaynağı olduğu bir süreç olarak görüyorlar. Vizenin kalkmasına karşı değiller, hatta kalkması gerektiğine de inanıyorlar, ama mutsuzlar. Bu kararın şimdi, “Erdoğan’a hediye” olarak verilmesinden şikayetçiler. Basın özgürlüğünün dibe vurduğu, Diyarbakır, Cizre, Nusaybin’de insanların öldürüldüğü, hukuk devletinin ayaklar altında olduğu bu günlerde AB yıllarca esirgediği olumlu adımı, şimdi atıyor. Mümkün değil diyorlar. “Demokrasiden bu kadar uzaklaşan, savaş meydanına dönmeye başlayan, Avrupa’nın en otokratik lideri tarafından yönetilen bir ülkeyi AB içine almaz…"
AB, uygulama şansı olmadığını bildiği halde, zaman kazanmak amacıyla Davutoğlu’nun taleplerine olur dedi. Brüksel Türkiye’nin vize muafiyeti için gerekli şartları hazirana kadar yerine getiremeyeceğini biliyor.” Metin Münir’in bu cümleleri bizim mahalle çocuklarının vize ve AB konusunda ne düşündüğünü tüm çıplaklığı ile dillendiriyor. Onlara göre AB bizi oyalıyor. Hatta durum daha da vahim. “Türkiye’nin eski dostlarından, hala az çok yerinde duran, bir AB kalmıştı. Davutoğlu onu da halletti. Anlaşma yürümeyince AB ile ilişkiler zehirlenecek.” (Metin Münir - Davutoğlu’ndan yeni bir dış politika felaketi) Adieu Bruxelles.....
Bizim çocuklar konsoloslukların önünden milyonlarca vatandaşın kışın sağunda vize kuyruğundan kurtulacakları, basit bir seyahat için banka hesaplarının masalara saçılmasının biteceği, basit bir aile ziyareti için tapuların istendiği, onur kırcı, rencide edici bir pratiğin bitmesine sevinemiyorlar. Aslında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize uygulamasının ahlaki olmadığını biliyorlar. On yıl önce kalkması gerektiğini, Erdoğan ve Sarkozy sayesinde sürdüğünü de. Bilmedikleri gerçek şu; cizenin kalkması Suriye krizinin başlamasından çok önce Davutoğlu’nun bu konuda kararlı tutumu ile mümkün oldu. Zamanın başbakanı Erdoğan ve onun AB bakanı için ne vize, ne de AB süreci politikalarında öncelik değildi, hala değil. Bu konuya döneceğiz, önce Davutoğlu olayına ışık tutmak için günümüzün manidar kelimesi vize meselesinin “ahlak” boyutuna dönelim ve çuvaldız ile karıştıralım.
Aslında Türkiye'ye vize uygulaması üyelik müzakerelerinin başladığı 2005 yılında kalkmalıydı. Ama olmadı. Mesela Doğu Avrupa ülkeleri ve Romanya ile Bulgaristan'a vize uygulaması müzakerelerin başlaması ile kalktı. Kararın arkasındaki mantık, "üyelik müzakereleri sürdürdüğümüz bir ülkeye vize uygulamak, eşyanın tabiatına aykırıdır" düşüncesiydi. Sağ çevrelerin Romanya’dan “üç milyon ‘çingene’ AB’ye akacak” feryadı bir şey değiştirmedi. Doğru olduğundan şüphe olmayan bu mantık, Sırbistan gibi Balkan ülkeleri için yine “çingene” feryatlarına rağmen, üyelik müzakereleri başlamadan uygulandı. AB Komisyonu, Sırbistan’a vize kaldırma kararını "Geleceğin üyesi bu ülkelerin gençliği vizesiz seyahat ile AB gençliği ile yakınlaşma olanağı bulacak" gerekçesi ile savundu. AB’nin tek kıstası Geri Kabul Anlaşması'nın imzalanmasıydı. Nedense bu gerekçeler Türkiye için işlemedi veya kimse tarafından savunulmadı. Bunun iki ana gerekçesi var.
İlki AB ile ilgili, Sarkozy ruhu diyebiliriz. Almanya'da Schröder-Fischer koalisyonu olarak bildiğimiz SPD-Yeşiller iktidardan düştükten kısa bir müddet sonra, Fransa'da Chirac yerine Sarkozy seçildi. Türkiye sadece iki destek kaynağını kaybetmedi, Sarkozy ile Türkiye üyelik perspektifini sorgulayan güçlü bir politikacı devreye girdi. Almanya'da SPD koalisyon ortağı olarak kalsa da, Başbakan artık bu partinin saflarından değil, Türkiye'nin üyeliğine soğuk bakan Hıristiyan Demokratlardandı. Bayan Merkel, Sarkozy'de nedense önemli bir müttefik bulduğuna inanıyordu. Bu yanılgının bugün farkında olması önemli olsa da, Türkiye politikasının yıllarca tıkanması sonucunu doğurdu bu tutum. Toparlarsak on yıl boyunca Brüksel de Türkiye'yi savunan hiç bir kulüp üyesi yoktu. Bu yüzden Kıbrıslı Rumlarda adada çözümü tıkayan taraf olmalarına rağmen pek rahatsız edilmediler. Hatta destek buldular, Sarkozy tarafından şımartıldılar.
Vize meselesinde ikinci etken Türkiye gerçeklerinden kaynaklanıyor. Türkiye 75 milyon nüfusu ile neredeyse son 13 AB üyesi ülke ağırlığında. Bunun yanında beş milyona yakın Türkiye kökenli insanın AB ülkelerinde yaşadığını göz önünde bulundurursak, vize meselesinin sayısal boyutunu kavramış oluruz. Ama mesele sadece sayısal değil. Müzakereler başladığı yıllarda Türkiye'de kişi başına milli gelir 3 bin dolar civarındaydı. Yani AB ortalamasının nerde ise onda biri. Milyonlarca genç Türk'ün kaçak da olsa iş umudu ile Avrupa'ya akma ihtimali yabana atılır bir korku değildi. Ekonomik durum bugün biraz farklı olsa da politik sorunlar, Erdoğan sorunu derinleşerek sürüyor. Vize on yıldır kalkmamasında ana gerekçe de bu. Bugün daha berrak görüyoruz. Erdoğan’ın hiçbir zaman 90’lı yıllarda bildiğimiz Avrupa bakışı değişmemiş. AB süreci, Batı ile yakınlaşma, demokrasi arayışı, iktidar mücadelesinde araç imiş. “Evet ama yetmez” diye destek verenler artık “takkiye” aracı olduklarını biliyorlar.
Erdoğan ve uzun yıllar AB politikasından sorumlu bakanı hiçbir zaman AB’nin Türkiye’ye vizeyi kaldırabileceğine inanmadılar. Israrcı olmadılar. Aslında AB’de bu tür olumlu bir adım da beklemediler. Erdoğan, Egemen Bağış ve Saray efradının son yıllarda AB ve AB politikacılarına yönelik çıkış ve düşüncelerine bir gözatın lütfen. Diyalog arayışı, AB konusun olumlu öneriler değil, hakaret, meydan okuma bulacaksınız. Sadece Brüksel koridorlarında ne konuşulduğunu değil, koridorun arkasında ne konuşulduğunu da bildiğim için söylüyorum. Davutoğlu ve dışişlerinde dar bir kadro bundan beş altı yıl önce karalı bir şekilde vize konusu masaya taşımasaydı, vize bugün değil, on yıl daha kalkmazdı. Zamanın başbakanı, AB bakanı, AKP’nin üst kadrolarının ezici çoğunluğu vize konusunda olumlu bir gelişme beklemiyor, inanmıyorlardı. İlginçtir gerekçelerden biri Metin Münir gibi bizim çocukların da düşündüğü, “milyonlarca Türk” , - “çingene” demiyorlar, Avrupa akar inancı. Hiç korkmayın, bu ihtimal Brüksel’de sadece düşünülmedi, araştırma konusu da yapıldı. AB Komisyonu Türkiye’den Avrupa’ya göç potansiyelinin iki milyon civarında olduğunu düşünüyor. Avrupa’nın hemen değil, ama önümüzdeki yıllarda bu göçe ihtiyacı da var. Yetişkin, iyi eğitilmiş, insan gibi yaşamak isteyen, yaşam ve düşünceleri yüzünden despotizm hayalleri gören bir “başkan” tarafından her gün rencide edilmedikten yorgun gençler Avrupa yoluna düşebilir. Erdoğan buna, Gezi ruhunun Avrupa’ya göçmesine üzülür mü dersiniz?
Her neyse, vize kalkıyor, Erdoğan’a rağmen kalkıyor. Davutoğlu, dışişlerinde kararlı dar bir kadro bu haksızlığa göz yummadığı, AB ile diyaloğa inandığı için kalkıyor. Davutoğlu bu tarihi başarısını Erdoğan’a altın tepside sunar mı, bilmiyorum. Sunarsa, Başbakan olarak iflah olmaz bir vaka, sembolik “Başbakan”, sembolik “AKP Genel başkanı” olduğunu belgelemiş olur. Çünkü vize meselesini Erdoğan ve Bağış'a rağmen Brüksel’de savunduğunu kendisi dışında epeyi insan biliyor. Tamamen kendi başarısı.
Erdoğan bugün dünden daha az AB sürecinin arkasında ve Davutoğlu’nun Brüksel seyahatlerinden rahatsız. Aylardır tartışılan “Zaman gazetesi operasyonu” neden Davutoğlu’nun Brüksel yol hazırlıkları sırasında yapıldı sanıyorsunuz. Anayasa Mahkemesi'nin Can Dündar kararı ile rahatlayan Davutoğlu’nu, dışişlerini küçük düşürmekten başka amaç taşımıyordu bu operasyon. Basının özgür olduğu, hukuk devletinin etkin, demokratik kurumların ayakta, hukuki ve siyasi denetimin işlediği, AB sürecinde yol alan bir Türkiye değil Erdoğan’ın rüyası. O her şeye karar veren, ecdadı gibi elinde silah Diyarbakır, Cizre ve Yüksekova’ya “sevgi” taşımak misyonu üstlenmiş bir “başkan” olmak istiyor. Kanun, meclis, Anayasa, mahkeme veya hakimler ayak bağı. Her şeyin başkanın iki dudağı arasında olduğu bir düzen. Putin Rusya’sı bile hayalindeki “başkanlık” için az. Ne istediğini dillendirmek için Almanya tarihinin karanlık sayfalarına dalmaktan çekinmiyor.
Bizin mahallenin çocukları böyle bir politikacıya destek verene toplumuna küskün, hayal kırıklığına dalmış, yılgınlık içerisinde, sevinemiyorlar. Yanılıyorlar. Vizenin kalkması Erdoğan’a hediye değil, Erdoğan ve Erdoğan şantajına rağmen alınan bir karar. Vize ile sınırlı değil, olsaydı kalkmazdı. Yunanistan’ı Schengen dışına iter, Erdoğan şantajına boyun eğmezlerdi. Avrupa bizim son yıllarda kaygıyla izlediğimiz, ülkemizin hızla despotizme kayışını, Cumhuriyet tarihine, Avrupa’ya yabancılaşmasını oldukça geç, sığınma politikasını yaşayarak gördü. Erdoğan ve Ala gibi politikacıların, sadece Türkiye değil, tüm Avrupa’yı karıştıracak boyutta gözü kara olduğunu bire bir izledi. Türkiye’nin her gün biraz daha Suriyeleştiğini, Cizre, Sur ve Ankara’da yaşıyoruz. Erdoğan ve koalisyon ortakları Doğu Perinçek gibi devletin derinlikleri ile ilişki içerisinde güçler Esad ve Baas rejiminden farklı bir kültür temsil etmiyorlar. İktidarda kalmak için Türkiye’yi ateşe vermekten kaçınmayacak bu güçler için, Suriye felaketi göze alınır bir risk. Türkiye’nin Suriyeleşmesi Avrupa için sadece sığınma boyutu ile bir felaket olduğunu görmek için çok zeki olmaya gerek yok. İstikrarını kaybetmiş, iç savaşa kaymış bir Türkiye’nin Avrupa ekonomisi ve güvenliği açısından felaketin de ötesi bir senaryo. Bayan Merkel, Avrupa politikacıları geçte olsa bunu gördü ve Sarkozy çizgisi ve ruhunun yıkıcı boyutunu fark etti diyebiliriz. Bu yüzden Erdoğan’a dur demek gerektiğini, Türkiye’yi yalnız bırakmanın tehlikeli olduğunu görmeleri oldukça olumlu bir gelişme. Almanya’yı yalnız bırakmanın Avrupa tarihindeki faturası çok ağır olmuştu. Ortadoğu'da Türkiye’yi yalnız bırakmak benzer bir orman yangını potansiyeli taşıyor. Sadece biz değil Avrupa’da bunun farkında. Vize kararı bu yüzden bir dönüm noktası ve önemli. Avrupa bu yüzden Türkiye’ye vize uygulamamanın faturasını ödemeye hazır.
Toparlarsak, AB politikacıları Türkiye’yi Erdoğan’ın despotik politikasını “cezalandırma” yerine, vize ile “mükafatlandırma” yolunu seçtilerse, Türkiye politikasında yeni dengelerin devrede olduğu, Türkiye’yi kaybetmek üzere olduklarını anladıkları içindir. Ama Türkiye’de demokrasi mücadelesini AB değil biz, yani bu mahallenin çocukları kazanmak zorunda. Şartlar bundan on yıl öncesi kadar kötü değil. Erdoğan’ın kim olduğu ne istediğini öteki mahallede yaşayan, onu dün tüm güçleri ile destekleyen Anti-Kapitalist Müslümanlar, Mazlum-Der, Cemaat gibi demokrasiye, İnsan haklarına inan bir toplum var Türkiye'de artık. Mesele sağ sol meselesi değil, Erdoğan despotizmi ile hukuk devleti arasında bir seçim. Bu mücadelede cephe hattı, sağ sol değil, tüm siyasi parti ve hareketleri keserek geçiyor. AKP’de, hatta MHP de bizim gibi hukuk devleti safında olanlar olduğu gibi, CHP’de, Perinçek/Erdoğan çizgisini savunanlar var. Kimin nerde durduğunu seçebilmek için yakından bakalım çocuklar. Seçmene, AB’ye küsüp yolumuzu kaybetmeyelim. Hukuk devleti için mücadelemizle doğru yerde duruyoruz. Vize kararı sadece rencide edici bir pratiğin bitmesi için değil, Türkiye’ye, Türkiye insanına Avrupa kapısını açtığı için iyi bir gelişme, mümkün ve olumlu. Türkiye’ye bir hediye, Erdoğan’a değil. Erdoğan’a rağmen.
Son olarak teknik bir bilgi. Vizenin kaldırılması için 72 olarak verilen kriterin, pasaportların yenilenmesi gibi, teknik boyutunu aşmak mesele değil. Vize kararı AB’de oy birliği de gerektirmiyor. Komisyon teklifi ve üye ülkelerin çoğunluk kararı yeterli. Müzakere başlığı açmak daha zor, oy birliği gerektiriyor. Ana sorun olayın siyasi ve hukuki alt yapısı yanında, iyi bir demokrasi karnesi. Ankara'nın notları sınıf geçmek için yeteli olmasa da, vize kalkacak. Ama Türkiye de sadece demokrasi için değil, ekonomik gelecek, dirlik için de önemli üyelik meselesi farklı bir şey. Erdoğan’la olmaz. Onun böyle bir hedefi de yok zaten. AB süreci ile “başkanlık” hedefinin birbirini dışladığını gayet iyi biliyor. Ama en büyük sorun, sürecin taşıyıcı kadroları, bizim mahallenin çocukları umutsuz, küskün, hayal kırıklığı içindeler. Seçemiyorlar...