Bazı düşünürler (özellikle hermeneutik gelenekte) uygarlıklarla duyu organları arasında ilginç bağlantılar kurarlar. Buna göre kadim dünyanın başlıca uygarlıkları kulak merkezli bir evrene sahipti. Duyduklarımız hayatımızı inşa etme şeklimizi birinci elden belirliyordu. Ozanlar hem eğlendiriyorlar, hem tarihçilik yapıyorlardı. Tüccarlar korkuyla karışık birmerakla baktığımız uzak yerlerin silahlarını, saraylarını ve renklerini anlatıyorlardı. Gökgürültüsünün tipinden yaklaşan fırtınanın büyüklüğünü, atımızın göğsündeki hırıltıdan hastalığını kestirdiğimiz zamanlar... Kültür eğer birşeyler düşünmek, birşeyler yapmak ve bunların içinden en isabetli olanları yeni kuşakların devralmasıysa, bir zamanlar kulaklara çok şey borçlu olduğumuz açık.
Göz elbette her zaman kritik önemdeydi. Fakat yine aynı teze göre, başrole geçmesi modern denen zamanlara rastlıyor. Artık evlerimiz, sokaklar ve iş yerleri türlü çeşit görsel malzemenin işgali altında. Duymaktan daha az hoşlanıyor, görmelere doyamıyoruz. Homeros amcanın havsalasının alamayacağı şeyler google amcanın bit’lerinde bizleri bekliyor. Bilgisayar ile televizyonun öğrenme, haberleşme ve kim olduğumuzu “iletme” halleri için taşıdığı önemi belirtmeye gerek bile yok. Müzik dinlemek birbirimizi dinlemekten çok daha çekici artık.
Bu göz merkezli uygarlık zihnimizde muazzam bir arşiv yarattı. Mahşer Günü (The Divide) yönetmeni Xavier Gens’in görsel birikimine dayalı bir film. New York’u hedef alan nükleer bomba sonrası bir apartmanın sığınağına kaçmak zorunda kalan dokuz insanın hikayesini anlatıyor. Su ve yiyeceğin sınırlı olduğu bir ortamda beklendiği gibi sinirler gergin, ittifaklar gevşek. Mickey (Michael Biehn) apartman yöneticisi olduğundan sığınakta ne var ne yok bilen fakat şuursuz bir adam. Küçük kızıyla Marlyn (Rosanna Aquette), Eva (Lauren German) ve sevgilisi, önceden bribirini tanıyan Josh (Milo Ventimiglia) ve Bobby (Michael Eklund) başlıca karakterler. Film, formuna yavaş yavaş ve şiddet dozuyla oynayarak ulaşıyor. Oyuncuların bile film ilerledikçe kendilerini bulabildiklerini söylemek lazım. Yönetmen Gens, Experiment, Küp, Testere gibi filmlerin etkisini hissettiren, oyun ve klip estetiğinden beslenen bir iş çıkartmış. Gens’i Frontier(s)ve Hitman’den hatırlıyoruz. Hitman Matrix’in aksiyon aritmetiğinden epey yararlanan bir filmdi. Bence Frontier(s) hala yönetmenin en özgün (ve delirium zirvelerindeki) çalışması.
Kapalı kalınca içinden canavar çıkabilir insanın, evet. Fakat bu kuvvetli hissi sonsuza kadar şiddet görselleriyle anlatmak zor. Karakterler elimde joystick ile yaptırabileceğim şeylerin fazlasını sunmalı. Filmlerden aynı zamanda birşeyler de “anlatmaları”nı beklemek hakkımız.