Bir iş için, "Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirmek" diye bir deyim var biliyorsunuz. Tipik bir Batılıdan farkımız, iştahla ve dolduruşla ve genellikle iyice planlamadan bir işe başlarız; ama genellikle devamını getirmeyiz. İşleri gereği gibi ve zamanında sonuçlandırmayı beceremeyiz. Ya o işten bir süre sonra sıkıldığımızdan, ya zora gelemediğimizden ve sebatsızlığımızdan, ya ortaya çıkan engelleri aşmaktaki beceriksizliğimizden, ya boyumuza aşan işe giriştiğimizden, ya da tembelliğimizden, işleri genelde tam ve zamanında tamamlayamayız.
Batılı ile Doğuluyu ve hatta Ortadoğu, Akdeniz, Orta-Güney Amerika, Afrika gibi Güneyli’yi ayıran en tipik özelliklerden biri başladığı işi tam ve zamanında bitirememek. Bu daha çok bilinen ve artık kanıksanmış bir özellik. Batılılar da Doğulular ile iş yaparken bu özelliklerini bilerek planlama yapıyorlar ve buna göre önlem almaya çalışıyorlar.
Doğu ve Güney'in ve kısmen de Batının kesişim noktasındaki Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği bir başka refleks ise daha farklı:
Batı’nın özgün ve yararlı bir kurumunu baştan aynen kopya edip; zaman içinde yozlaştırarak içini boşaltmak. Görünüşte yasal özerklikleri varmış gibi göstererek, gerçekte üst karar alma birimlerini tamamen iktidarın siyasi emir kullarına dönüştürmek.
Yabancılara, "bakın bizde de bu kurumlardan var, yasal özerklikleri var, kararlarına karışmıyoruz" diye hava atılıyor veya yurtdışından kredi bulmak için filan görüntüde göz boyanıyor. Gerçekte ise sadece "mış gibi" yapılıyor. Yaklaşık 10 yıldır bu kurumların fiilen hiçbir özerklikleri de ciddiye alınabilir itibarları da kalmadı maalesef.
Üst kurullar veya bağımsız idari otoriteler adıyla bilinen Rekabet Kurulu, SPK, BDDK, RTÜK, EPDK, KİK hatta Merkez Bankası gibi özerk kurumların idari ve hukuksal yönü hakkında Ülkedeki ilk akademik çalışmaları yapan ve bazılarında geçmişte fiilen de görev yapmış biriyim.
Batı’da bu kurumların idari ve hukuksal sistem içinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Temel fonksiyonları, "regüle ettikleri", yani "vaziyet ettikleri" hassas sektörlerde ve alanlarda gerek sektör/piyasa oyuncularına gerek tüketicilere/vatandaşlara teknik uzmanlıkları ve tarafsız konumları ile güven verebilmektir. Bu güveni ve itibarı tesis edebilmeleri için ise gerek siyasi iktidara karşı gerek sektörün ve piyasanın büyük oyuncularına karşı mesafeli durmak ve onların "adamıymış" izlenimi vermemek zorundadırlar. Yani maçta hakem konumundadırlar; oyuncu değil.
Siyasi iktidara da sektörün ağır toplarına da eyvallahı olmayan ama gündelik siyasete de karışmayan, tüm oyunculara karşı adil olmaya ve işini teknik olarak en iyi yapmaya çalışan uzman akil insanlar tablosu çizmeleri gerekir. Bkz. Örnek olarak, önceki ABD FED Başkanı Yellen, eski SPK Başkanlarından Ali İhsan Karacan.
Üst kurul başkan ve üyelerinin böyle bir güven ve itibar tesis edebilmesi için ilk şart ise, bu görevlere getirilenlerin hem o alandaki teknik uzmanlıklarıyla ön plana çıkmış olması, hem de kişilik kalitelerinin üst seviyede olması. Batıdaki örneklerinde genelde bu kriterler gözetilerek atama yapılır. Aksi halde üst kurul o alan ve sektörde itibar tesis edemez ve o konumda tutunamaz.
Bizdeki uygulamaları ise baştan beri hiç bu kriterlere uygun olamadı maalesef. Yine de ilk başlarda bu kurullara üyelik için sektördeki belli uzman birimlerin veya ilgili sivil toplum kuruluşlarının gösterdiği adaylar arasından atama yapılması kuralı benimsenmesi kısmen de olsa asgari bir kalite sağlayabiliyordu. Ama sonrasında yapılan değişiklikler sonucunda günümüzde bu kurulların başkan ve üyeliklerine atanmak için hiçbir özel uzmanlık ölçütü kalmadı. Tek ölçüt, tek bir kişinin iki dudağının arasından çıkacak ve sorgulanamayacak şekilde doğrudan istediği ismi belirlemesi. O "tek" kişinin ise atamalardaki tek ölçütü, vereceği talimatı hiç sorgulamadan gözü kapalı icra edecek sadık biri olması.
2000’li yılların başlarıydı. Fransa’da yaptığım doktorayı bitirmiş ve Ankara Hukuk’ta akademisyenlik yapıyordum. Yeni de doçent olmuştum. Yukarıda saydığım üst kurullardan -oldukça teknik bir alanda faaliyet göstermek üzere- biri henüz yeni kurulmuştu ve üyeleri yeni atanmıştı. Ecevit’in koalisyon hükümeti dönemi. Bu üst kurulun yeni atanmış bürokrat kökenli başkanını şahsen de tanıyordum ve benim Fransa’da bu tür üst kurulların idari ve hukuksal yapıları konusunda çalışmalar yaptığımı da biliyordu. Benden yeni üst kurulun henüz çok yeni üyelerine akademik bir brifing vermemi rica etti. Başkan ve üst kurul üyelerine (6 üye) akademik bir sunuş yaptım. Esas olarak regülasyon faaliyetinin niteliği üzerinde durdum. Sonunda da sorular kısmına geçildi. Birkaç üye gayet mantıklı teknik hukuksal sorular sordu. Sektördeki oyunculara karşı düzenleme, denetim ve yaptırım yetkilerini nasıl ve hangi dozajda kullanmaları gerektiği ve hukuksal yetkileri hakkında.
Üyelerden en kenarda oturan biri dikkatimi çekti. Orada konuşulan konularla uzaktan yakından hiçbir alakası olmadığı çok belliydi. "Bunlar neden bahsediyor acaba!" der gibiydi. Tüm üyeler sırayla soru sorduğu için, o da -mecburen- bir soru sormak ihtiyacı duydu. Sorusu aynen şuydu: "Hocam, bize burada lojman verecekler mi?"
Sonradan öğrendim ki o beyefendi, bir taşra üniversitesinde öğretim elemanı ve o zamanki koalisyon hükümetini oluşturan partilerden birinin genel başkanının yakın arkadaşı imiş. Koalisyondaki partiler kurul üyeliklerini bölüşmüşler ve böyle bir durum ortaya çıkmış.
RTÜK Başkanı’nın geçen gün bazı televizyon kanallarına karşı yayın politikaları nedeniyle; BDDK Başkanı’nın özel bankalara karşı kredi verme politikaları nedeniyle tehditkar açıklamalarını görünce aklıma geldi. Tam da derslerde pratik çalışma yapılacak cinsten örnekler. Tam da akademik literatürde üst kurullar için regülasyonun nasıl olmaması gerektiğine; nasıl yapılırsa teknik ve idari yönden çok yanlış ve hukuka aykırı olacağına dair mükemmel örnekler. Üst kurulların siyasi iktidarların "sopası" olmaması gerektiğine de tabii…
*Prof. Dr. Ali D. Ulusoy/ Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi