Ali D. Ulusoy

28 Temmuz 2021

Sığınmacıların hukuksal durumu

Hukuken “sığınma arayan” statüsündeki milyonlarca Suriyeli, Afgan ve diğer ülke vatandaşlarının “geçici” niteliği kalmayıp yıllarca ülkede kalmalarına fiilen müsaade edilmesi açıkça hukuka aykırı.

Türkiye’ye özellikle Suriye ve Afganistan gibi ülkelerden gelen sığınmacılar ve ülkeye kaçak giriş yapanların durumu son günlerde çok tartışılıyor. Bunlara karşı da toplumda ciddi bir tepki oluştuğu görülüyor. Bu nedenle konu gündelik siyasete de sirayet etmiş durumda.

Hatta son günlerde bir belediye başkanının ildeki yabancılara içme suyunu ve atık su bedelini 10 katı bedelle verilmesi için belediye meclisine öneride bulunacağını söylemesi büyük yankı doğurdu.

Konunun hukuksal boyutu ile siyasi boyutu oldukça farklı. Ama birbirinden çok da bağımsız değil.

Diğer yandan işin hukuksal boyutu kısmen idare hukukunu ilgilendirmekle birlikte, daha çok uluslararası hukuku ilgilendiriyor ve aslında ayrı bir uzmanlık alanı.

Yine de elimden geldiğince ve bildiğim kadarıyla aydınlatmaya çalışacağım.

Öncelikle kavramlar üzerinde duralım.

Teknik olarak “mülteci” terimi, çeşitli nedenlerle kendi ülkesinde tehlikede olduğu için, yaşamak veya kalmak için başka bir ülkeye “sığınan” kişi demek. “Mülteci” terimi yerine “sığınmacı” terimi de eş anlamlı olarak kullanılıyor.

Mültecilerin hukuksal statüsünü düzenleyen bir uluslararası sözleşme var (Cenevre Sözleşmesi). Biz de buna tarafız. Ancak bu sözleşmeye koyduğumuz bir çekince uyarınca hukuken sadece batı ve kuzey ülkelerinden, yani Avrupa, Balkanlar, Rusya ve Kafkasya’dan “mülteci” kabul ediyoruz. Bize göre Güney ve Doğu ‘da bulunan ülkelerden “mülteci” kabul etmiyoruz.

Bunun hukuksal anlamı, Ülkemize Suriye, Afganistan, İran, Irak gibi ülkelerden veya Afrika ülkelerinden gelenler hukuken “mülteci” statüsünde olamıyor. Diğer bir ifadeyle, Güney veya Doğu ülkelerinden gelenler hukuken ülkemizde “mülteci” statüsünde olamıyor.

Eğer hükümet bunlara “mülteci” statüsü vermek istiyorsa hukuken yapması gereken şey, ya bu hususta ayrı bir kanun çıkarmak, ya da Cenevre Sözleşmesindeki bu çekinceyi kaldırmak.

Diğer yandan Cenevre Sözleşmesine göre kendi ülkesinde politik nedenlerle yaşam hakkı tehlikede olanlar, başka bir ülkeye “sığınmak” istediğinde, sığınmak istediği bu ülke bu kişileri kendi ülkesine geri gönderemiyor. Buna “geri gönderme yasağı” deniyor. Bu konumda olanlara ise “sığınma arayanlar” (assylum seekers) deniyor. Bu da uluslararası hukukta “mülteci” statüsünden tamamen ayrı ve farklı bir statü.

Burada temel amaç kişilerin kendi ülkelerinde yaşam haklarının ihlalini önlemek.

Türkiye Cenevre Sözleşmesinin bu “geri gönderme yasağı” ile hukuken bağlı.

Fakat bunun için “sığınma arayan” kişinin kendi ülkesinde politik nedenlerle yaşam hakkının açık ve somut biçimde tehlikede olması lazım.

Diğer bir ifadeyle, kendi ülkesinden salt fakirlik, işsizlik ve yaşam standardının düşüklüğü nedeniyle başka ülkeye (örneğin Türkiye’ye veya Avrupa’ya) kaçak veya legal yollardan veya hükümetin “göz yumma”sı nedeniyle girmiş olanlara bu statünün de hukuken verilmesi mümkün değil.

Diğer bir ifadeyle, “politik nedenlerle sığınma arayanlar” ile “ekonomik nedenler sığınma arayanlar” hukuken tamamen ayrı konumda görülmeli.

Sonuçta bir kişiye bir ülkede “mülteci” statüsü verildiğinde o kişi o ülkede legal olarak sürekli biçimde (en azından ülkesindeki kendisine yönelik tehlike ortadan kalkıncaya kadar) kalabiliyor, hatta çalışabiliyor.

“Sığınma arayanlar” statüsü ise tamamen geçici bir statü. Sadece kısa süreli bir koruma sağlıyor. Legal olarak o ülkede sürekli kalma ve çalışma hakkı sağlamıyor. O ülkedeki geçici barınma yerlerinde bir anlamda kısa süreli “misafir ediliyor”.

Türkiye açısından bunun anlamı pratikte şu:

Suriye, Afganistan, Irak, İran gibi güney veya doğu ülkelerinden gerek kaçak yollardan gerek legal yollardan (turist, öğrenci konumunda vs.) gerekse hükümetin fiili “göz yumması” ile Türkiye’ye gelen yabancılar, hukuken “mülteci” statüsünde olamıyorlar.

Bunlardan sadece kendi ülkelerinde politik nedenlerle yaşam hakları tehlikede olduğunu somut olarak ortaya koyabilenler için Türkiye’de “geçici koruma statüsü” veriliyor. Bu geçici sürede bunlar başka ülkelere (Avrupa, Amerika vs.) mülteci olarak veya diğer legal yollara başvurarak geçiş yapabilirler. Ama Türkiye’de hukuken sürekli olarak kalamazlar.

Yani hukuken aslında 5-10 yıl gibi uzun süreli “geçici koruma statüsünde olmak söz konusu değil.

Bu noktada ayrıca işaret edelim ki, Pasaport Kanunu’na göre bir yabancının Türkiye’ye girebilmesi sadece ülkeye giriş kapılarından (gümrük kapılarından) ve pasaport göstermek suretiyle mümkün olabiliyor. Bunun dışındaki yollarla bir yabancının ülkeye giriş yapması kanunen yasak. Buna göz yuman kamu görevlileri ise görevi kötüye kullanma suçu işlemiş olur.

Yani hükûmetin, siyasetçinin veya herhangi bir üst idarecinin sözlü talimatı ile yabancıların ülkeye legal olmayan yollar dışında girişine “göz yuman” ve gerekli özeni göstermeyen kamu görevlileri (asker, jandarma, polis vs.) açıkça suç işlemiş olur. Haberleri olsun.

AB’nin Türkiye’den istediği “kalıcı sığınmacı istasyonu” ülke konumu doğru mu?

Anlaşılan o ki Avrupa hükûmetlerinin Türkiye’ye biçtiği yeni rol, Türkiye’nin Ortadoğu’dan, Afrika’dan, Asya’dan gelen sığınmacılara veya sığınma arayanlara “kalıcı bir istasyon konumunda olması”. Böylece bunların Avrupa’ya ve Batı’ya ulaşmalarının önlenmesi.

Nitekim geçtiğimiz günlerde Alman Başbakanı Merkel ve Avusturya Başbakanı Kurz bunu açıkça ifade etmekten bile çekinmedi.

Mesajları açık.

Türk Hükûmeti bu “sığınma arayanları” kendi ülkelerine geri göndermesin, ama Türkiye’de tutsun. Çünkü politik karışıklar bunlar için tehlikeli olabilir. Ancak Türkiye bunların Avrupa’ya geçmelerini mutlaka engellesin. Çünkü Avrupa’nın bunları kendi içinde eritecek ve sindirecek “kültürel” ve “sosyolojik” kapasitesi yok.

Karşılığında ise Avrupa Türkiye’ye para versin. Ayrıca Türk hükûmetinin kendi vatandaşlarına anti-demokratik, otoriter ve insan haklarına aykırı uygulamalarına Avrupa göz yumsun.

Türkiye’nin bunları kendi içinde eritecek ve sindirecek “kültürel”, “sosyolojik” hatta “ekonomik” kapasitesinin olmaması ise tabii ki umurlarında değil!

Görünen o ki Türk hükûmeti de bu “şeytani sözleşme”ye teşne gibi.

Hem ilave gelecek para, hem de insan hakları ihlallerinde başının ağrımaması çok işine geliyor.

Ne var ki eğer Hükûmetin siyaseten teşne olduğu bu ahlaki olmayan anlaşmayı en azından şeklen hukuka uygun zemine çekebilmesi için mutlaka bir kanun çıkarması gerek.

Çünkü şu anda fiili durum olarak yapılan şey açıkça mevcut kanunlara aykırı.

Hem fiilen delik deşik olmuş sınırlardan bu kadar düzensiz ve usulsüz gelen “sığınma arayanlar”ın ülkeye girişine göz yumulması açıkça kanuna (Pasaport Kanunu) aykırı.

Hem de hukuken “sığınma arayan” statüsündeki milyonlarca Suriyeli, Afgan ve diğer ülke vatandaşlarının “geçici” niteliği kalmayıp yıllarca ülkede kalmalarına fiilen müsaade edilmesi açıkça hukuka aykırı.

Yani AB ile yapılmak istenen “şeytani anlaşma” yürürlükteki Türk Hukukuna uygun değil.

Hükümet ya kanun çıkararak bunları hukuken “legalleştirmeli”. Ya da eğer bunu yapmayı siyaseten göze alamıyorsa hukuken gereğini yapıp bunları ülke sınırları dışına çıkarmalı veya uluslararası toplumun da desteğiyle sınırlarda bunlar için kamplar kurmalı.

Doğru olan, kendi ülkesinde politik nedenlerle yaşamı tehlikede olanlar ile salt ekonomik sığınma arayanları ayrıştırmak. Tabii ki ilk grup için uluslararası hukukun gereğini yapmak. “Ekonomik nedenlerle” sığınma arayanlar için ise Türkiye sınırları dışında uluslararası çözümler aramak ve gerekirse ülkelerine göndermek.

Benim aklıma başka pratik ve gerçekçi çözüm gelmiyor.

Aksi durumda benim gördüğüm, Hükûmet halk tarafından ilk seçimlerde ciddi biçimde cezalandırılacak.

Benim gördüğüm, ülkede, sigortasız ve asgari ücretin yarı fiyatına “köle işçi” çalıştırmak isteyen tuzu kuru işverenler dışında, bu kadar kaçak yabancıya olumlu bakan kesim yok. Tersine toplumda çok ciddi bir tepki var.

Üstelik sorun sadece ekonomik de değil.

Ülkemizin gerçekten de –üstelik yüzde sekseni politik değil ekonomik nedenlerle- milyonlarca “sığınma arayan” Suriyeli, Afgan, Iraklı ve İranlıyı eritecek ve sindirecek kültürel ve sosyolojik kapasitesi bulunmuyor.

Bu bağlamdaki bir sosyolojik patlama kimsenin yararına olmaz sonuçta.

Alman ve Avusturyalı dostlarımız ahlaka aykırı “şeytani sözleşmeler”i Faust’tan iyi öğrenmiş olabilirler. Ama bizim nadiren de olsa “titreyip kendimize gelme” huyumuz var!

Yabancılara 10 kat fiyattan içme suyu verme gibi saçmalıklardan bahsetmiyorum tabii ki…

*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi.