Bir davranışın hukuken suç olması ile o davranışı beğenmemeniz veya onaylamamanız farklı şeydir.
Ya da şöyle diyelim:
Beğenmediğiniz, yanlış bulduğunuz, katılmadığınız ve onaylamadığınız her şey otomatik olarak suç teşkil etmez.
Bir şeye hukuken "suç" diyebilmek ciddi bir şeydir. Hukuki açıdan belli teknik koşulların oluşmuş olması gerekir. Çünkü bir şey suç olunca ceza da gerekir. Bir kişiyi cezalandırmak ise devlet otoritesinin en ağır tezahürüdür. Kişi hak ve özgürlüğüne en ciddi kısıtlamadır. Kişinin tüm yaşamını derinden etkileyebilir. Çocuk oyuncağı değildir.
Bu olgu aslında hukuk fakültelerinde verilen hukuk eğitiminde öğretilen en temel bilgilerden biridir.
Sokaktaki göbeğini kaşıyan adamla bir hukukçuyu birbirinden ayıran en temel özelliklerden biridir.
Örneğin bir kadının giyinme şeklini (dekolte giyinmesini veya tersine kendisini kara çarşafa kapatmasını) beğenmeyebilirsiniz ve yanlış bulabilirsiniz.
Ama kadının bu davranışının suç olduğunu söyleyemezsiniz.
Hele bir hukukçu bunu söylerse zaten tuz kokmuş, ülkede hukuk çoktan bitmiş demektir.
Hukuk eğitiminde ilk öğretilen hususlardan biri de bir davranışın suç olarak kabul edilmesinin kural değil istisna olmasıdır. Bu nedenle suçu tanımlayan kanunların geniş değil dar yorumlanması esastır.
Örneğin hakaret, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme, devleti alenen aşağılama gibi suçlar doğası gereği genel ifadelerle tanımlanmak zorundadır; bu suçları tarif ederken somutlaştırmak kolay değildir.
Buna karşın bu tür suçların işlendiğine kanaat getirirken son derece sınırlayıcı ve istisnai değerlendirme yapılması gerekir. Yani çok spesifik ve ağır bir kasıt aramak icabeder.
Örneğin bu şekilde sınırlayıcı yorum yapmazsanız, "bu memleket adam olmaz!" diye hayıflanan herkesi; kızıp da bir siyasetçiye söylenen herkesi; zamlara ve hayat pahalılığına tepki gösteren herkesi bu suçları işlemiş olarak değerlendirebilirsiniz.
Bu tür suçlara ilişkin olarak gerek AYM'nin gerekse AİHM'in içtihadı da bellidir.
Son derece sınırlayıcı ve istisnai yorum yapılmasını öngörür.
Hâl böyle iken, siyasi iktidara muhalif bazı kişileri, bu kriterlere uygun olmadığı halde, fazla geniş yorumlarla bu suçlardan mahkûm etmek ilgili savcı ve yargıçların görevlerini açıkça kötüye kullanmaları anlamına gelir.
Kimse kimseyi elindeki kamu gücünü ölçüsüz kullanarak keyfi biçimde mahkûm edemez; hürriyetinden mahrum bırakamaz. Bu da açıkça suçtur.
Şu anda konjonktürel nedenlerle bunların hesabının sorulamaması ayrı olaydır. İleride sorulamayacağı anlamına gelmez.
Üstelik yargıçlar da kendi dünya görüşlerine, ahlak anlayışlarına ve siyasi düşüncelerine göre yanlış buldukları davranışları "suç" olarak tanımlaya başlamışlarsa zaten artık o ülkede artık hukuk güvenliği ve demokrasi iyice tehlikeye girmiş demektir.
Yargıç olmanın en önemli niteliği gerek önüne gelen uyuşmazlık hakkında gerekse bu uyuşmazlığın tarafları hakkında tarafsız ve objektif kalabilmektir.
Bu şekilde tarafsız ve objektif kalamamak lehe ya da aleyhe olabilir. İkisi de birbirinden kötüdür.
Tabii ki her yargıcın belli bir dünya görüşü, belli bir yaşam tarzı, belli bir siyasi eğilimi olabilir.
Ama marifet bunları önündeki dosyaya tarafsızlığını bozacak şekilde yansıtmamaktır.
Ama eğer o makamlara gelirken birilerinin/bir oluşumun inayetiyle gelmişseniz diyet ödemek adına; ya da daha üst makamlara gelme beklentiniz varsa birilerine selam çakmak adına tarafsız ve objektif karar verme kabiliyetinizi kaybetmişseniz zaten size de geçmiş olsun, ülkeye de.
Kendinize de yazık edersiniz, ülkeye de, hukuk kurumuna da.
Bir örneği aşağıda:
Hrant Dink'le ilgisiz bir Hrant Dink anısı!
2011 veya 2012 yılındaydı.
Danıştay 13. Dairesinde heyette bir dosya görüştük.
Dava konusu RTÜK'ün bir TV kanalına verdiği ceza.
Cezayı tam hatırlamıyorum. Sanırım TV kanalının belli süre için kapatılması idi.
RTÜK'ün bu kanala ceza vermesinin nedeni ise Hrant Dink'in öldürülmesini protesto eden bir grubun yaptığı basın açıklamasında Dink'in öldürülmesinin gerçek azmettiricileri arasında Ali Fuat Yılmazer ve Ramazan Akyürek gibi isimlerin de bulunması ve ceza verilen TV kanalının da bu basın açıklamasını haber olarak yayınlamış olmasıydı.
RTÜK, basın açıklamasında zamanın Emniyet görevlileri Akyürek ve Yılmazer'in de adı geçtiği için, onları korumak adına hemen cezayı basmış.
Bu isimlerin hangi cemaatle özdeşleştiği zaten herkesin malumu.
Kanalın açtığı davayı da idare mahkemesi hemen iki cümle ile reddetmiş. Kanala verilen cezayı uygun bulmuş. Biz davanın temyiz aşamasını karara bağlıyoruz.
Bu dosyayı görüştüğümüz 2011-2012 yılındaki Danıştay'daki iklimi şöyle hatırlatayım.
Malum The Cemaat'in yargıya tamamen hakim olduğu yıllar.
Şimdi "FETÖ" diye aşağılanan Cemaat'e diğer tarikat ve cemaat mensuplarının "Cemaat" bile demekten çekindikleri ve "Hizmet Hareketi" diyerek onurlandırmaya çalıştıkları zamanlar.
Yargı camiasında hiçkimsenin bu oluşumu karşısına almaya cesaret edemediği günler.
Dosyanın görüşüldüğü dikdörtgen masanın bir ucunda Daire Başkanı, diğer ucunda raportör tetkik hakimi oturuyor. Masanın iki yanında da biz ikişerden dört üye oturuyoruz.
Sağ yanımda oturan üye, Fethullahçı olduğunu hepimizin bildiği biri.
Yaşı çok genç olduğu için normalde o yaşta Danıştay üyesi olması mümkün olmadığı halde, Cemaat kontenjanından üye olmuş. Bu defo'su olmasa aslında akıllı ve kapasiteli biri.
Darbe girişimi sonrasında da meslekten atılıp hapse atılanlardan. Şu anda çıktı mı bilmiyorum.
Tetkik hakimi dosyayı anlatırken bahsi geçen kişilerin isimleri geçince, heyetin bir anda renginin değiştiğini hatırlıyorum.
Ben müdahale etmesem muhtemelen dosya iki dakika içinde oylanıp idare mahkemesi kararı onanacak ve dosya kapanacaktı. Herkesin yüz hatlarından bu dosyadan hemen kurtulmak istediklerini anladım.
Derhal söz istedim.
TV kanalının sonuçta haber değeri olan bir olayı verdiğini ve ayrıca ilave bir yorum ve değerlendirme yapmadığını; dolayısıyla haber değeri olan ve önemli bir cinayeti protesto mahiyetindeki bir olayı haberleştirmesinin bu TV kanalının ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu ve RTÜK'ün bu nedenle verdiği bu cezanın açıkça hukuka aykırı olduğunu belirttim.
Benim bu çıkışım üzerine Başkan ve diğer iki üye de bana destek verdi.
Başkan oylamaya geçtiğinde biz dört kişi kararın bozulması yönünde oy kullandık.
Sağ yanımda oturan ve malum Cemaatten olan üyenin renkten renge girip, kızarıp bozararak ve kısık bir sesle "ben muhalifim, onama düşünüyorum!" demesini hiç unutmuyorum.
Aslında kendisinin de hukuken bizim gibi düşündüğünü ve kararı hukuka aykırı bulduğunu; ama bağlı olduğu Cemaat'e bunu açıklayamayacağı için bu yönde oy kullandığını kızarıp bozarmasıyla ve renkten renge girmesiyle belli etti.
Hemen sağımda oturan o kişinin renginin atışını ve vicdanıyla baş başa kaldığı o birkaç saniyede özgür iradesiyle karar veremediğini ve iradesinin nasıl bir ipotek altına alınmış olduğunu çok net gördüm.
İradesi ipotek altına alınmış bir yargıcın dramını canlı biçimde gözlemledim.
Özgür iradesini ve tarafsızlığını daha önceleri Asker'e; sonrasında Cemaat'e, şimdilerde ise Siyaset'e kiraya veren yargıçlardan bu toplumun alacakları çok birikmiş durumda.
Bakalım bu alacaklar ne zaman ve nasıl tahsil edilecek.