Adalet sisteminin çöktüğü ve can çekiştiği bir ülke normal insanlar için cehenneme döner.
Adalet sisteminin toplumda güncel olarak en dikkat çeken ve insanlar üzerinde belki de en çarpıcı etki doğuran kısmı ise ceza adaleti.
Son günlerde gündemi meşgul eden 4 örnek vereyim:
İlki, bir sokak röportajında Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle bir genç kadının apar topar tutuklanması. 3 hafta kadar tutuklu kalan kişinin tepkiler üzerine "gizlice" bırakılması ve ana muhalefet partisinin kendisini sahiplenmesi üzerine konunun iktidar ve muhalefet arasında polemik konusu olması.
Hatta iktidar sözcüsünün mevcut Cumhurbaşkanı'na hakareti Atatürk'e hakaret ile aynı nitelikte görerek, Erdoğan ile Atatürk'ü eşit seviyeye çekmekle almayı umduğu "aferin" ile bu polemikten kendisine ayrıca bir "ekmek" çıkarma çabası!
Buna ilave olarak aynı günlerde bir kişinin sosyal medya üzerinden ana muhalefet partisine ve bu partiye oy verenlere çok ağır küfürler etmesi üzerine, önce hiçbir şey yapılmayıp, tepkiler üzerine "kerhen" bu kişinin de tutuklanması.
İkincisi, kırsal bir yörede bir kız çocuğunun kaybolması ve 12 gündür bulunmaması üzerine, muhtemelen kamuoyu baskısı ile amcasının "adam öldürme" suçundan tutuklanması; ancak ortada henüz teyit edilmiş ölüm veya ceset bulunmaması.
Üçüncüsü, İzmir'de 10 yıl önce işlediği bir cinayetten dolayı ömür boyu hapse mahkûm edilmiş ve cezasını çekerken "denetimli serbestlik"ten tahliye edilen bir kişinin, çıkar çıkmaz önce bir kişiyi gasbetmesi, bundan 4 gün sonra da 4 ayrı gasp yaparken 2 kişiyi öldürmesi ve 1 kişiyi de ağır yaralaması. Kişinin hapiste iken uyuşturucuya alıştığının ve son gasp ve cinayetleri de uyuşturucu etkisinde ve tekrar satın alabilmek için işlediğinin anlaşılması.
Dördüncü örnek ise İstanbul'da bir trafik anlaşmazlığında bir Cumhuriyet savcısının 2 kişi tarafından darp edilmesi sonucunda döven kişilerin derhal tutuklanması (daha doğrusu önce tutuklanmayıp, itiraz üzerine tutuklanmaları).
Ülkede sadece son birkaç hafta içinde yaşanan bu dört örnek, ceza adaletinin ne kadar çürümekte ve can çekişmekte olduğunu gösteren çok açık kanıtlar.
Adalet sistemini nasıl sınıflandırmalı?
Adalet sistemini kabaca 4 gruba ayıralım.
İlki ceza adaleti.
Suç işleyenin adil ve etkin biçimde soruşturulduğu, yargılandığı ve cezalandırıldığı; suç işlemeyenin ise keyfi soruşturma geçirmeyeceğini ve ceza almayacağını bilmesi.
İkincisi özel hukuk adaleti.
Kişiler arasındaki özel hukuk uyuşmazlıklarında (alacak-verecek, çek-senet, sözleşme, kira, tazminat, şirket işleri, işçi-işveren ihtilafları, miras vs.) haklı ile haksızın adil ve etkin biçimde ayırt edilmesi ve haklıya hakkını teslim edecek düzgün bir sistemin kurulması.
Üçüncüsü idari adalet.
Devlet kurumları ile kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda (kamu hizmetlerinin icrasına dair ihtilaflar, idari sistemin düzgün işlememesine dair ihtilaflar, belediye, imar, kamu personeli vs.) kişi haklarının devlete karşı adil olmayan biçimde kurban edilmesinin önlenmesi ve kamu menfaati ile kişi hakları arasında hukuk devleti prensiplerini gözeten adil bir denge kurulabilmesi.
Dördüncüsü ise anayasal adalet.
Gerek kanunlar gibi en üst seviyedeki hukuk normlarının anayasallık ve evrensel hukuk prensipleri açısından en yüksek seviyede denetimi; gerekse ülkedeki normal yargı ve adalet sisteminin ciddi biçimde aksaması sonucu oluşan vahim insan hakları ihlallerine karşı kişilere istisnai de olsa en yüksek seviyede bir başvuru ve telafi imkanı sağlanması.
Ceza adaleti nasıl sağlanır?
Konumuz olan ceza adaletine gelirsek, bu adaletin sağlanmasının pratikteki somut gerekleri şunlar:
- Suç işleyenleri etkin ve çabuk biçimde bulabilmek;
- Suç işleyen ile işlemeyeni düzgün ve doğru biçimde ayırt edebilmek, yani masumu değil suçluyu yakalamak ve cezalandırmak;
- Yakalama, soruşturma ve kovuşturma (yargılama) sürecini hem adil hem de hızlı ve etkin biçimde yürütebilmek, yani ne hıza kurban etmek, ne sürüncemede bırakmak, evrensel standartlarda adil yargılama nasıl yapılıyorsa öyle yapmak;
- Yakalanan veya soruşturulan şüphelileri göz altına alma ve "tutuklama" süreçlerini insan haklarına ve masuniyet ilkesine uygun biçimde yürütebilmek, yani yargılama sonuçlanmadan peşin cezalandırmayı kural kabul etmemek;
- Yakalama, soruşturma, tutuklama ve yargılama süreçlerini "sizden-bizden", "yandaş-muhalif" ayırımı yapmadan objektif biçimde yürütmek;
- Cezaevlerini suçluların suç işleme kabiliyetlerini geliştirdikleri yerler değil, aksine suçluları rehabilite eden yerler haline getirmek ve ceza infaz sistemini kamu güvenliğini koruyacak şekilde yeniden dizayn etmek;
- Yani cezaevlerini mahkemenin verdiği ceza ile fiilen çekilen ceza arasında neredeyse yarı yarıya fark olan, yani kesinleşen cezanın fiilen sadece yaklaşık yarısının çekildiği ve en azılı suçluların bile sadece geçici ikamet ettiği ve bir süre sonra bir şekilde içeriden çıkıp kaldığı yerden suç işlemeye devam edebildiği yerler olmaktan çıkarmak.
Bu çürümüş ceza infaz sistemini kim hazırladı?
Örneğin yukarıda bahsedilen İzmir'deki gasp ve cinayetlere bakalım.
Kasten adam öldürmeden ömür boyu hapis cezası almış ve cezası kesinleşmiş biri niçin daha 10 yıl bile geçmeden serbest bırakılıyor?
Çıkar çıkmaz tekrar ağır suçlar işlemeye devam ettiğine göre bu kişinin serbest bırakılması demek ki çok yanlıştı. O halde niçin bırakıldı?
Böyle saçma sapan uygulanan bir "denetimli serbestlik" sistemi dünyanın neresinde var?
Halen sistemdeki en ağır ceza olan ömür boyu hapis cezası alan bile 10 yılda böyle rahatça çıkabiliyorsa bu cezalar niçin veriliyor?
Böyle bir absürt denetimli serbestlik ve ceza infaz sistemiyle cezaların hiçbir caydırıcılığı kalır mı?
Bu kişi hangi "denetimle" "serbest" kalmış?
Bu kişinin uyuşturucuya cezaevinde alıştığı söyleniyor. Cezaevleri suçluların rehabilite edilmeye çalışıldığı yerler olmaktan çıkıp, suç işleme kabiliyetlerini geliştirdikleri yerler haline mi geldi?!
Böylesine saçma sapan işleyen ceza infaz sistemini kim hazırladı?
Ülkede doğru dürüst bir ceza infaz sistemi dizayn edebilecek ceza hukukçusu kalmadı mı?
Sulhi Dönmezer'ler, Sahir Erman'lar, Faruk Erem'leri aşmayı geçtik, seviyelerinin bu kadar altına düşülen bir Akademya ile bu işler nasıl olacak?
Sorun sistemin dizaynında değil uygulamasında ise aynı Akademya (ceza hukukçuları) bunu niçin gündeme getirmiyor?
Büyükelçilik postu kapma peşinde koşmaktan, kanal kanal gezip her konuda ahkam keserek avukatlık reklamı yapmaktan, dekanlık postu kapmak için kırk takla atmaktan vakit bulamadıkları için mi acaba!
Bu kişi içeriden çıkar çıkmaz önce kamuya açık bir yerde (akaryakıt istasyonu) bir kişiyi gasbetmiş, fakat anlaşılan o ki tam 4 gün boyunca elini kolunu sallayarak İzmir'de dolaşmış ve bundan 4 gün sonra diğer gasp ve cinayet eylemlerini gerçekleştirmiş.
Böylesine bir suçlu nasıl oldu da tam 4 gün boyunca yakalanamadı?
Denetimli serbestlikle çıkanlar bu kadar mı dışarıda "denetimsiz" bir serbestlikle gezebiliyor ve yeni suç işleyebiliyor?
Kamu güvenliği bu kadar mı risk altında ve tesadüflere kalmış durumda?
O öldürülen masum taksici ve diğer vatandaşın sevenleri ve yakınlarına ve ağır yaralı genç kıza bu ihmaller zincirinin ve kötü sistemin hesabını kim verecek?
Tutuklama kurumu pimi çekilmiş bombaya dönüştü
Diğer tutuklama örneklerine gelelim.
Sokak röportajında Cumhurbaşkanı'na hakaretten tutuklanan genç kadın olayında konu saçma sapan bir noktaya takıldı kaldı.
"Cumhurbaşkanı'na hakarete göz mu yumulsaydı?" ile "Canım ne var bunda Cumhurbaşkanı böyle sert eleştirilere tolerans göstersin!" tartışması buradaki asıl vahim sonunu gölgeledi.
Buradaki asıl vahim sorun ve kamuoyundan yeterince tepki gelmediği için artık rutin uygulama haline gelen şey, hakaret suçu iddiasıyla tutuklama kararı verilmesi.
Böylece tutuklama müessesesinin içinin tüm toplumun hukuk güvencelerini yok edecek şekilde boşaltılması ve deforme edilmesi.
Hakaret suçu diye bir suç olup olması bile artık modern ceza hukukunda tartışmalı iken ve üstelik mevcut kanunlar hakareti tutuklama için gerekli suç "kataloğu" içine almamışken, yanına başka suçlar uydurarak hakaretten dolayı tutuklama kararı verilmesi çok ağır bir hukuk ihlali.
Bundan dolayı tutuklama talep eden savcılar da tutuklama kararı veren yargıçlar da açıkça "görevi kötüye kullanma" suçu işliyor.
Çoğu hakim ve savcının tutuklamayı, "peşin peşin cezalandırma" fonksiyonunu dikkate alarak, geciken adaletin yani yargılamaların geç sonuçlanmasının bir tür pratik telafisi gibi gördüğü anlaşılıyor.
Oysa bu kurumun fonksiyonu bu olmadığı gibi, böyle algılanması tüm ceza hukuku ve hukuk devleti mantığını alt-üst ediyor.
Üstelik bu tür tutuklama kararları toplumdaki her bir bireyin kafası üzerine "Demokles'in Kılıcı" gibi sallandırılarak, anayasal ifade özgürlüğünü ve hukuk devleti ilkesini ayaklar altına alıyor.
Üstelik bu tartışmada Erdoğan'ın kendisine hakaret edilmesini aslında "tüm millete" hakaret edilme gibi algıladığı anlaşılıyor.
Oysa AİHM standartları ve evrensel hukuk bunun tam tersi.
AİHM'nin ifade özgürlüğü standartı, politikacı, üst yönetici ve devlet adamlarına yapılan çok sert eleştirileri suç olarak görmüyor.
Bunların sert eleştirilere sıradan insanlara göre daha toleranslı olmaları gerektiğini söylüyor.
Sıradan insanlar için hakaret sayılabilecek birçok ifade AİHM açısından bunlar için hakaret sayılmıyor.
Örneğin sıradan bir kişiye "hırsız" demeniz hakaret sayılabilir. Ama bir politikacıya ve devlet adamına "hırsız" demeniz suç teşkil etmiyor.
Bir partiye oy verenleri de "cahiller" "akılsızlar" diye eleştirmek de ifade özgürlüğü kapsamında görülüyor.
Bu konuda politikacılar ve devlet adamları için ifade özgürlüğü kapsamında görülmeyen şey, doğrudan kendilerine veya yakınlarına yöneltilmiş ve kişiselleştirilmiş ağır ve çirkin küfürler ve tehditler.
Üstelik bunlarda bile hapis cezası verilmesi hele de tutuklama kararı verilmesi AİHM normlarını ihlal ediyor. Bu durumlarda para cezaları gibi daha hafif cezaların verilmesi yeterli görülüyor.
Açık terör tehdidi gibi haller ayrı tabii.
O halde tutuklama kurumunu mevcut savcı ve hakimlerimizin çoğu maalesef "açık ve acil tehlike halinde kırılacak bir alarm camı ve basılacak alarm zili" gibi görmek yerine, "her yeni ve acemi askerin eline tutuşturulan pimi çekilmiş bomba" görüyorlar.
Olur olmaz patlayan bu bombaların altında ise hukuk devleti ve halkın hukuka olan güveni kalıyor.
Böyle bir ceza adaleti sistemi ise ülkeyi çağdaş uygarlığa değil, Ortaçağ pardon Orta Doğu karanlığına sürüklüyor.
Ali D. Ulusoy kimdir? Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur. Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur. ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür. Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri. Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008. |