Eskiden (2017 öncesi) Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve milletvekilleri gibi doğrudan siyasi kimliği olan "seçilmişler"le, onların atadığı müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür, kurum başkanları, yönetim kurulu üyeleri, valiler, büyükelçiler, başdanışmanlar, müşavirler gibi "atanmışlar" arasında çok daha net bir çizgi vardı.
Atanmışlar, en üst düzey bürokratik konumlarda da olsalar ve seçilmiş siyasilerle çok yakın da çalışsalar, kendilerini üst düzey "memur" olarak görürlerdi ve kendilerini siyasi bir pozisyonda gibi algılamayıp, devletin üst düzey memuru gibi görürlerdi.
Bunun doğal bir sonucu olarak da bu üst düzey atanmışlar kamuoyuna siyasi boyuta çekilebilecek mesajlar vermekten özellikle kaçınırlardı.
Hatta cumhurbaşkanı, başbakan veya bakan ile doğrudan birlikte çalışan başdanışmanlar veya müşavirlerin ya da kurum başkanları ve büyükelçilerin anamuhalefet partilerinden de olsa siyasilerle polemiğe girmesi söz konusu bile olmazdı.
Hele de iktidar partisinin üst düzeyi tarafından atanmış bir bürokratın, iktidar partisinin aktif veya pasif siyasilerine kamuoyu önünde "posta koyması" düşünülemezdi bile.
Ne var ki 2017'deki Anayasa değişikliği sonrası Başkanlık sistemine geçilince bu konudaki klasik ve yerleşik teamüller de birbiri ardınca delinmeye başlandı.
Bürokratlar siyasileşti mi?
Cumhurbaşkanlığında görev yapan bir başdanışmanın iktidar partisinin bazı eski ve aktif siyasileri ile kamuoyu önünde polemiğe girmesi ve zaman zaman Cumhurbaşkanlığını temsil ediyor ya da Cumhurbaşkanlığı adına konuşuyor gibi bir tarzla yeni Başkanlık sistemi hakkında siyasi boyutları da soyutlanamayacak şekilde hukuksal "fetvalar" vermeye çalışması bu konudaki en dikkat çeken örneklerden.
Bahsi geçen başdanışmanın iktidar cenahından birçok isim tarafından bile "siyasilere parmak sallamakla" suçlanması da gözlerden kaçmadı.
Aynı şekilde, "atanmış" bir üst kurul başkanının son yerel seçimler öncesinde anamuhalefet partisinin Başkent büyükşehir belediye başkan adayına karşı haddini aşan bir uslupla polemiğe girmeye çalışması (her ne kadar bahsi geçen aday doğru bir yaklaşımla kendisini muhatap almadıysa da) başka bir örnek.
Bir büyükelçinin o ülkeyi ziyaret eden anamuhalefet partisi liderini karşılamaması üzerine çıkan tartışmada takındığı tavır da herhalde bürokratik teamüllere uygun değildi.
Ne var ki bu olayın hemen akabinde söz konusu büyükelçinin, bizden başka kimsenin tanımadığı o ülkenin büyükelçiliğinden alınıp Avrupa'da başka bir ülkenin büyükelçiliğine atanmasının "terfi" mahiyetinde mi, yoksa "kulağı çekme" mahiyetinde mi olduğunu sanırım kimse anlamadı!
Sanki Cumhurbaşkanlığı tarafından doğrudan atanan ve Cumhurbaşkanının doğrudan güvenine mazhar olduğu bilinen en üst düzey bürokratlar kendilerini bakanlar ile aynı konumda görüyorlar gibi.
Yani yeni sistemdeki bakanların konumuna benzer, kendilerine "yarı siyasi yarı bürokratik" ve daha ayrıcalıklı bir konum açılmış gibi hissediyorlar sanki.
Bürokratın meşruiyet arayışı
Sözü edilen Sayın Başdanışman geçenlerde kendisine karşı yöneltilen eleştirilere yanıt mahiyetinde kaleme aldığı bir yazıyı kamuoyu ile paylaştı.
Yazıda ileri sürülen argümanlardan bana göre önemli olan ikisi şu:
Sayın Başdanışmanın ilk argümanına göre, Cumhurbaşkanını "tek adam" suçlamasıyla her şeye tek başına karar vermekle eleştirmek ile kendisinin doğrudan atadığı üst düzey bürokratları (Cumhurbaşkanı varken veya Cumhurbaşkanına rağmen) konuşmakla eleştirmek bir çelişki.
Yani Sayın Başdanışmana göre, eğer Cumhurbaşkanının doğrudan atadığı (kendisi gibi) üst düzey Cumhurbaşkanlığın bürokratları da (herhalde Cumhurbaşkanlığı adına) konuşur ve açıklamalar yaparsa, Cumhurbaşkanına karşı getirilen "tek adam" eleştirisi karşılanmış ve telafi edilmiş olacak!
Çünkü Cumhurbaşkanlığı adına sadece Cumhurbaşkanı değil, başkaları da konuşmuş olacak.
Böylece sanırım kendi yaptığı çıkış ve açıklamaları öncelikle bu şekilde meşrulaştırmak istemiş.
İkinci argümanına göre ise seçilmişlerin doğrudan atadığı kişilerin de seçilmişler gibi meşruiyeti vardır. Çünkü onlar doğrudan seçilmişlerin iradesi ile göreve gelmektedir. O halde meşruiyet açısından arada fark yoktur.
Sanırım ikinci argümanı ciddi biçimde tartışmaya bile gerek yok.
Burada kastedilen "meşruiyet" sorunu, atamanın hukuki geçerliliği ile ilgili değil.
Halktan doğrudan yetki almış, yani halkın iradesini direkt biçimde yansıtan bir "seçilmiş"in siyasi ve moral anlamdaki meşruiyeti ile onun atadığı kişinin meşruiyetinin aynı derece ve seviyede olmadığı çok açık. Atanmışın meşruiyetinin seçilmişe oranla "dolaylı" yani ikinci derece olduğu çok belli.
Dolayısıyla atanmışın seçilmişe "posta koyması", kendisini atayanın politik ve idari yetkisi bunu göğüslüyorsa, belki hukuksal etki doğurmaz. Ama meşruiyet sorununu da hiçbir şekilde gidermez.
Ağızlarda bırakacağı acı tadı da unutturmaz.
İlk argümana gelirsek, "tek adam" eleştirisi sanırım tam anlaşılmamış.
Tek adam eleştirisi, Cumhurbaşkanlığı adına sadece tek kişi olarak Cumhurbaşkanının konuşmasına ve söz söylemesine karşı yapılan bir eleştiri değil.
Tüm önemli devlet yetkilerinin kullanımına tek bir kişinin karar vermesiyle ilgili.
Devlet adına kullanılan yetkilerin gerektiğinde yasama organı ve ilgili muhataplarla ve sivil toplumla paylaşılmamasıyla ilgili.
Dünyadaki demokratik başkanlık sistemi örneklerinde tüm üst düzey önemli atamalar (yüksek mahkeme üyelikleri, merkez bankası gibi üst düzey kurum başkanlıkları vs.) gibi yetkileri Başkanın parlamento ile paylaşmasına karşın, bizde her şeye tek başına bir kişinin karar vermesiyle ilgili.
Üniversite rektör atamalarında bile ilgili muhatapların yok sayılıp, hiçbir objektif ve meşru kriter ve katılımcılık kaygısı taşımadan tek başına keyfi davranmakla ilgili.
Her şeye tek kişi karar veriyorken, kendi atadığı birkaç bürokratın da kamuoyu önünde konuşması bu "tek adam" sorununu nasıl ortadan kaldırabilir?
Sayın Başdanışmanın bu argümanlarla kamuoyunu ikna etmeye çalışması yerine, "yahu beni bu konuma atayan irade bu açıklamalarımdan rahatsız olmadığına ve gereğini yapmadığına göre, demek ki benden memnun; o halde size ne oluyor!" tarzı bir tavır takınsaydı, çok daha mantıklı olurdu.
Bu arada, eski sistemdeki başbakan/bakan ile sonra gelen müsteşar ve diğer bürokratlar arasında "siyasetçi" ve "memur" ayrımının net olması ile yeni sistemde bu ayırımın flulaşması ve üstelik "bakan yardımcısı" ve "cumhurbaşkanı yardımcısı" gibi, siyasetçi mi memur mu olduğu belirsiz bir konumun gelmesi arasında, hangisinin doğru olduğu ve sistemde bir revizyon yapmak gerekirse nasıl olması gerektiği de başka bir yazının konusu.
Ali D. Ulusoy kimdir? Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur. Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur. ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür. Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri. Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008. |