Ana muhalefetin Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı konusunda son günlerde yaşanan, daha doğrusu yaşandığına dair toplumun ve kamuoyunun ikna edilmeye çalışıldığı tartışmalar bir tür toplum mühendisliği çabaları kokusu vermesi bir yana, iktidarın da ilk seçimlerdeki Cumhurbaşkanı adayı konusunda ne kadar aciz durumda olduğunu gösteriyor.
Öncelikle bu tartışma sanki “bir bardak suda fırtına koparma”ya benziyor.
Çünkü gerçekte ana muhalefet partisi içinde bu konuda bir anlaşmazlık veya karmaşa görünmüyor.
Zira burada konunun üç ana ve meşru muhatabı var:
Ana muhalefet partisi yönetimi ve Sayın Özgür Özel,
Partinin iki potansiyel Cumhurbaşkanı adayı Sayın Mansur Yavaş ve Sayın Ekrem İmamoğlu.
Bunlardan Sayın Özgür Özel bu konuda kamuoyuna çok net ve kendisini bağlayan bir açıklama yaptı:
Partinin Cumhurbaşkanı adayının “santrafor” olarak tabir ettiği, iki potansiyel adaydan biri olacağını ve vakti zamanı geldiğinde, yani seçim sathı mahalline girildiğinde, en formda olan, yani kazanma şansı en çok olan hangisi ise onun aday olarak deklare edileceğini belirtti.
Bu açıklamasından sonra da farklı herhangi bir pozisyon almadı ve söylediğinin arkasında durdu.
Bence de doğru bir yaklaşım içinde.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel
Sayın Ekrem İmamoğlu’na gelirsek, bu konudaki yaklaşımı oldukça net.
“Parti içinde bu tartışmaları yapmayalım, işimize gücümüze bakalım!” noktasında.
Hatta bu konuda yaptığı açıklamayı ben daha çok önceki genel başkanın açıklamalarına karşı gibi algıladım.
Sonuçta yaklaşımı net. Şu aşamada bu adaylık tartışmalarının gereksiz olduğu yönünde ve haklı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu
Sayın Mansur Yavaş’a gelirsek.
Arkadaşı Yüksek Arslan’ın çıkışı tabii ki gereksizdi. Sayın Yavaş’a zarar vermesi dışında, suçlamaları da abartılıydı ve haksızdı.
Ama Sayın Mansur Yavaş bu açıklamaya karşı hemen ve çok net biçimde tavır aldı.
Tasvip etmediğini ve yanlış bulduğunu çok net biçimde belirtti.
Daha ne yapsın?
Diğer yandan, bir önceki açıklamasında da kendisi hakkında yapılan ve başka partilerden adaylığına yönelik söylentileri de çok açık biçimde yalanladı.
Buradan benim anladığım net sonuç, sonuna kadar partisinin adayı olmayı deneyecek.
Genel başkanın verdiği “taahhüde” sonuna kadar güven duymak istiyor.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş
Vakti zamanı geldiğinde, kamuoyu yoklamaları ile de ortaya çıkacak şekilde, seçilme şansı en fazla olan adayın kendisi olacağını düşünüyor ve partisinin de -adaylık karar zamanı geldiğinde- bu konuda hakkını teslim edeceğini umuyor.
Zira o noktada CHP’nin adayı zaten çok büyük olasılıkla sadece ana muhalefetin değil tüm “muhalefetin” adayı olacak. Dolayısıyla adayın kim olacağı parti içi dar bir mantıkla değil, daha geniş perspektiften değerlendirilmek zorunda.
En formda “forvet” oyun dışına alınırsa ne olur?
Eğer vakti zamanı geldiğinde “en formda” yani seçilme şansı en yüksek “santrafor” kendisi olduğunu düşünmesine rağmen, Sayın Mansur Yavaş partide “hakkı yenilip” aday gösterilmezse, yani mecbur kalırsa, ancak o zaman kendine farklı bir yol seçebilir.
Hatta böyle bir durumda CHP’den resmi olarak istifa etmeden bile adaylığını ayrıca açıklamasına engel yok.
Böyle bir ihtimalde bile aslında iki turlu seçimde telafisi mümkün olmayan bir sorun doğmaz.
Kendisi ilk turda örneğin “bağımsız” aday olmak zorunda kalıp, 2. tura kalamazsa zaten doğal olarak 2. turda muhalefetin adayına destek verir.
Tersi olur da 2. tura kendisi ile birlikte şimdiki iktidarın adayı kalırsa da ana muhalefet dahil tüm muhalefet zaten 2. turda kendisini destekler.
Yani bu sonuç kendisi için de CHP için de kötü bir sonuç olmaz.
Eğer 2. tura ana muhalefetin adayı ile birlikte kendisi kalırsa da zaten bu durum CHP için “win-win” olur. Her durumda kazanan ana muhalefet partisi olur.
Dolayısıyla şu anda ana muhalefet içinde bu konuda bir karmaşa veya kriz gerçekten görünmüyor.
Seçim sathı mahalli yaklaştığında ise muhtemel ihtimallerin hiçbiri -özellikle de seçimin 2 turlu olması nedeniyle- ana muhalefet için yönetilemez nitelikte de değil, kriz çıkaracak nitelikte de değil.
Hatta diğer bir ihtimal olarak, o günler yaklaştığında her iki potansiyel adayın aralarında uzlaşmaya varmayacağından da kimse emin olamaz. Neden olmasın!
Yapay gündeme bel bağlamak
Bir bardak suda fırtına koparmaya çalışan iktidar yanlısı medyanın bu çabası pek de işe yaramayacak gibi. Çünkü gündem bu konuda gerçekten “yapay.”
Bu yapay gündem çabalarının gösterdiği diğer bir çarpıcı nokta ise iktidar bloğunun gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasının tek yolu olarak muhalefet adaylarının birbiri ile çatışmasını ve kavgasını görmesi ve buna bel bağlaması.
Bu olgu iktidarın önümüzdeki seçimleri almada ne kadar umutsuzluk ve çaresizlik içinde olduğunu da gösteriyor.
Sonuçta kanaatimce bu konuda söz konusu üç ana aktörün de halen aldığı pozisyon kendileri açısından doğru ve mantıklı.
Ortada gerçekte ciddi ve yönetilemeyecek bir sorun yok.
Yeter ki genel başkan ve parti yönetimi, kazanma şansı en yüksek olanı aday yapma hususundaki kendi “taahhüdünün” sonuna kadar arkasında dursun.
Böylece potansiyel adaylar ise kendi mevcut asıl işlerine odaklanabilsinler.
Parlamenter sistem “maceraları” rasyonel olur mu?
Bu konuda önümüzdeki seçimleri alma konusunda iyice umutsuzluğa düşecek iktidarın “şapkadan çıkaracağı son tavşan” olarak, parlamenter sisteme dönüş önerisinde bulunması da olasılık dahilinde.
Fakat bu noktada Cumhurbaşkanını halkın mı seçmeye devam edeceği, yoksa parlamentonun mu seçeceği en önemli nokta.
Eğer halkın seçmesinden vazgeçilecekse, böyle bir Anayasa değişikliğinin referandumda halktan onay alması pek olası olmaz.
Halk seçmeye devam edecekse, önceden kısa süre denendiği gibi, halkın seçtiği Cumhurbaşkanı ile TBMM’nin onay/güvenoyu verdiği bir Başbakan arasında Yürütme’nin sağlıklı işlemesi ne kadar mümkün olacak, tartışmaya açık.
Bu durumda TBMM’de Cumhurbaşkanını destekleyen çoğunluk olursa zaten sistem aynı başkanlık sistemi gibi işleyecek. Başbakan, Cumhurbaşkanının “bürokratı” gibi çalışmak zorunda kalacak, olmazsa derhal indirilecek. Bakınız önceki Davutoğlu ve sonrasında Binali Yıldırım örneği.
Cumhurbaşkanının TBMM’de çoğunluğu olmazsa da Başbakan ile Cumhurbaşkanı büyük ihtimal çatışma içinde olacak (cohabitation) ve devletin tepesinde kavga ortamı olacak.
Yani Fransız sistemi.
Zaten Türkiye’deki mevcut sistemle Cumhurbaşkanlığını alması büyük ihtimal olacak ana muhalefetin böyle bir değişiklik riskine girmesinin kendisi açısından ne kadar mantıklı olacağı sorusu da ayrı.
Kaldı ki zaten yapı ve karakter olarak “tek adam” otoriterliğine yatkın olmayıp, bilakis uzlaşmacı, güç paylaşımcı ve “mutedil” bir seçilmiş Cumhurbaşkanı da bu sistem içinde pekâlâ uygulamada parlamenter sisteme yakın bir yönetim anlayışını hâkim kılabilir.
Yani sistemi fiilen parlamenter sistem gibi pekâlâ işletebilir.
O halde salt mevcut iktidarı memnun ve mutlu etmek adına bu tür maceralara girişmenin muhalefet için – en azından şu dönemde- pek de rasyonel tarafı bulunmuyor.
Ali D. Ulusoy kimdir? Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur. Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur. ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür. Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri. Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008. |