Futbol içine yüzüyoruz; onunla büyüyoruz, yürüyoruz ve bedenimiz ve aklımız futbolla işler hale geliyor : Hayatı da futbol gibi algılıyoruz. Televizyonlarda yorumcuların bakışlarını değişik kanallardan heyecanla dinliyor ve seyrediyoruz. Çok mu önemli şeyler söylemekteler diye bekleyip duruyoruz, saatler süren programları. Üretirken de tüketirken de futbolcu veya taraftar gibi düşünmeye başlıyoruz. Siyaseti de futbol gibi futbolu da siyaset gibi algılıyoruz. Kolektif bir taraftarlık dehşeti var; dostluk değil, taraftarlar birbirlerine ve diğer takımlara nerdeyse “düşman” gözüyle bakıyorlar. Futbol politikanın başka koşullardaki devamı halini almaya başladı uzun zamandan beri. Galibiyet bir şiddet unsuru olmaya başladı mı oradan nasıl kaçabiliriz ? Kapitalizmin unsuru galip gelmek üzerine kurulu olmaya başladı, kar etmek üzerine kurulu olmanın yanında. Bu, sisteme de dokunmakta!
Bazı toplumlar bu futbol oyununu kendi toplumsal formasyonlarına göre uyarlamayı bildiklerinde “kapitalizmin cazibesine” kapılmadılar. Claude Levi-Strauss Yaban Düşünce kitabında buna benzer bir anlatı içine girmektedir. Ve üretilenle üretim arasındaki birlikteliği bölen, bunu organize eden üzerine düşünmüştür: Kapitalizmde şöyle gelişmekte: “Sen üreteceksin, ürününü çıkaracaksın”. “Ben de bunun sahibi olarak artığı alacağım”. Ve, “sermayeye çevireceğim”. Bu tip ilişkinin, bir arzu akışkanlığını kesmesiyle Levi Strauss’un brikolaj kavramı arasında bir ilişki kurak mümkün hale geliyor. Çünkü Levi Strauss ne diyor Yaban Düşünce’de? Önce bir şefin ürünü stoklaması gerekecek, o stok birikmiş, ürün depolanmış ürünün sahibi olan şef, sınırlı bir şekilde onu dağıtmaya başlayacak. Hem kamusal olarak onu saklayacak, ürün deposunu; hem de dağıtacak, devlet. Küçük bir devletten bahsediyoruz ve bunun için kısmi organlar gibi kısmi bir şekilde dağıtım gerçekleşecek ; fragman fragman, parça parça verecek. Stok toplanmış olacak ve sonra parça parça dağıtılacak. Şimdi, burada, bilgi-bilim ilişkisi, akışkanlığın örgütlenmesi, kesilmesi ve merkezileştirilmesi ilişkisi içinde gelişecek.
Bu durumda; büyüsel veya mitolojik düşünce ( Tahsin Yücel brikolaj kelimesi yaptakçı olarak çevirmişti) ile bilimsel düşünce arasındaki farka bakalım. Yaban Düşünce’nin ilk bölümünde, “somutun işleyişi” olarak adlandırdığı şudur: Aşağı yukarı kırk sayfa boyunca, Lévi-Strauss bize mitik düşünce ile bilimsel düşünce arasındaki ilişkiyi, farkı anlatıyor. Bu yapısalcılığın en temel yaklaşımlarından birisidir. Evrimci olmayan ve farklı olan iki düşünce sistemi: Mitik bir düşünce ile bilimsel bir düşünce, birbirlerinden toplumsal formasyon olarak ayrılabilirler. Biri, birinciler yani yabanlar ve öbürü, daha gelişmiş toplumlar arasındaki iki ayrı ama benzer zihniyet biçimine tekabül etmektedir. Yani; bir toplumsal formasyondan başka toplumsal formasyonun içinde girmekteyiz: İlkine Tarım diğerine toplayıcı toplumsal formasyonlar olarak bakabiliriz. Burada, yaptakçı ile bilim adamı arasında nasıl bir fark oluşmaktadır? Lévi-Strauss bunu ele alıyor. Birinciler diye adlandırdığımız les premiers, yani ilkler ki, buna biz primitif, ilkel demeyeceğiz; orada bilimin tersine başka bir zihniyet vardır: Bu, yaptakçı, brikolaj terimiyle genelde açıklanabilecek bir şeydir. Bu kelime bricoler. Fransızcası, kökende top oyunlarına, bilardo oyunlarına ait bir kelime brikolaj, top ve yuvarlak oyunlar, tam bir yapısalcı okuma. Çünkü mitik düşünceyle brikolaj pratiğinde gerçekleşen mitik düşünceyle bilim düşüncesi arasındaki farkın oyunla birleştirilebileceğini söylediği zaman, futboldan söz ediyor.
Oyun, çünkü, bir takım kuralları olan bir kurallar dizesi ve tarafların oyunun içindeki bölümlerin veya daha doğrusu tarafların var olan kurallara uyarak gerçekleştirdikleri bir pratik: Futbol kurallı bir pratiktir. Ve oynanan bir oyundur. “Yeni Gine’deki bir kabiledekiler gerçekten bunun en güzel örneklerinden birini vermekteler” diye yazıyor Lévi-Strauss. Futbolu öğretmişler onlara, sömürgeciler. İngiliz sömürgeciliği futbolu öğretmiş; onlar da öğrendikleri oyunu oynuyorlar, ama İngilizler gibi oynamıyorlar. Hiç durmadan birkaç gün sürüyor maç; çünkü galip gelen taraf olmasın istiyorlar. Bir o yenecek, bir o yenecek, bir o yenecek, galibiyet yok. Oyun var. Taraftarlar oyunu seyretmeye geliyor, galip tarafı alkışlamaya değil. İşte yaptakçı ile kapitalist sömürgeci arasındaki fark bu olarak çıkıyor karşımıza. Yahut da şöyle söyleyebiliriz. Minör bir düşünceyle, merkezi bir devlet düşüncesi arasındaki fark söz konusu kabilenin oyunu ele alışıdır: Futbolu oynuyorlar, günlerce sürüyor futbol maçı, o kadar çok oynuyorlar ki ,ne kazanan var ne de kaybeden. Ve dolayısıyla, oyun bir ritüele dönüşmeye başlıyor. Oyun bir ritüel: Bu bizim futbol bilgimizdeki, futbol sahalarında ritüel oyunda değil, taraftarlarda gelişen bir şey, yani atkılarını alıyorlar tamtamlar çalıyorlar ve onlar kaldırıyorlar indiriyorlar. Ritüel oyuncularda değil taraftarlarda gelişen bir şey. Burada, tersine, ritüel oyunun bir parçası ve ritüel taraftarların yaptığı şey değil. Onlar ritüelin içindeki bir kısım sadece; iki taraf arasındaki oyunda taraftar ya o tarafa ya bu tarafa ait olan bir grup, ritüelin bir parçası olarak kalıyor sadece; taraftarlar ritüeli hazır vaiyette buluyorlar; ritüeli kurmuyor ve yaratmıyorlar. Ritüel oyunda var.
Dolayısıyla “tıpkı” diye yazmaya devam ediyor Levi-Strauss, “A kabilesinin yerlilerinde olduğu gibi, futbolda da bir takım uyarlama, kendine çekme yahut da adoption evlat edinme törenleri” var. Evlat edinme törenleri ile yeni çocuklar devreye giriyor ve sahaya geliyorlar. Bu gelişi bir ritüel ile süsüyorlar; çünkü ölenleri rahat olsun ve sakin kalsınlar diye yenilerinin gelmesi lazım. Ölenler rahat bıraksınlar onları diye istiyorlar; çünkü ölenler istemden hayattan çekilip, kıskanç bir şekilde öldükleri için, ölüler de bu oyunun içinde ritüellerle oynamak istiyorlar. Canlılar da “gidin” diyorlar. Artık “siz öldünüz, sizin yerinize yenileri geldi”. Her ölen yerine bir canlı yerini alacak. Ölüler yer değiştirmek zorundalar. Ölünün ruhunun gideceği düşünülüyor. “Benim yerime biri geldi artık gidebilirim”. Ve ölüler kıskançlıktan yahut öbür yaşayanlardan intikam almaktan vazgeçecekler; çünkü başkası gelmiş; artık o fonksiyonu işleten başka biri var. O zaman ancak, tepede duran, canlıları koruyan bir ruh haline gelmeye başlayabilecekler. Dolayısıyla Lévi-Strauss’e göre, yerli felsefesi canlılara ait bir felsefedir. Canlıları korumaya ve ölüleri defetmeye çalışmaktadır. Çünkü; ölüm acıdır, hatta ölünün arkasından ağlayandan daha da acıdır ölüm. Ölen insan, acı duymaktadır, onun arkasından ağlayanlardan daha fazla acı duymaktadır, çünkü artık terk edecek orayı, ama yine de bırakmak istemiyor onları. Ne zaman ki, yerine biri gelecek, o zaman bırakıp gidecek. Ruhu göğe yükselebilecek. Bu ölüm ritüellerinin ve doğaüstü güçlerin yıkıcı faaliyetlerinin bir mitolojik kökeni olduğunu söylüyor. Bu da, mesela A kabilesinde iki tane erkek kardeşten oluşmakta. Bu iki erkek kardeş arasındaki mitik oyunda kendisini göstermektedir. Ne yapıyor ağabey? Bütün acısına rağmen ne diyor? Asıl yaşayan canlıların arasına gelmesin diye, ölü ruhlarını iten güç olarak ölülere karşı, ağabey canlıları korumak için, onları itiyor, ölüler dünyayı terk etsinler diye!
Şimdi küçük bir benzetme yapabiliriz belki? Marx’ın canlı emek ve ölü emek arasındaki ilişkiye geliyoruz. Neydi bu? İşçi kanlı canlı fabrika sahibi çalışma alanına girdiği zaman, canlı emek yaşayan, bütün canlılığını çalıştığı üretim sürecine vermektedir. Nedir o üretim süreci? Emeğin süreciyle emeğin değerlendirme sürecinin birleştirilmesi ve artı değer. İşçi ölüme doğru gidiyor emeği ile ürünlerin üretiminde. Cisimleştiği sırada, emek o ürün haline geliyor, üretimle ürün birlikteliği bu. Ürün canlı emeği kapıp kendi vücudunu oluşturmaktadır. Her ürün canlı emekten üremiştir. Emek süreci “Öldürüyor”. Canlı emek sermaye tarafından öldürülüyor. Ve sermaye ürünü saklayıp, ölü olan, ölen emeği bunun içinde saklayıp canlıyı ürünün dışına itecek. Tekrar canlıdan, canlı emekten, yeni bir ürün çıksın diye. A kabilesindeki büyük ağabeyin ölülere karşı canlıları korumak için yaptığının tersine, kapitalist toplumsal formasyon canlıyı itip canlıdan ölü emeği almaya çalışmaktadır. Bir ters istikamet ilişkisi, biri ölüyü itip onun yerine canlıyı korumaya çalışıyor; yaban, ilkel yahut ilksel kabilelerde, gelişmiş toplumsal formasyon olarak kapitalistin gerçekleştirdiği Marx’ın bize anlatmış olduğu emek süreci ve emeğin değerlendirme sürecindeki üretim süreci bize ürünü saklayıp canlı emeği iten bir kapitalist patron ortaya çıkartıyor. Ağabey, ölüleri itmek için, ölülere yemek vermeye başlıyor ona kurbanlar kurban törenleri, yemek törenleri ve yemek törenleri ölülere verilen yemekler, hediyeler, ölülere yapılan hediyeler ortaya çıkmaktayken, birinci toplumsal formasyonda; kapitalist formasyonlarda ölüleri, emeğin ölü halini, yani ürünleri kamusal çukurlara gömen kapitalist formasyonlar var oluyor.
“Robotlaşma canlı emeğin sonunu getirmekte midir?” sorusu ise bu örnekte işe pek yaramıyor; çünkü robotlar, canlı emeğin sahibi olduğunda, canlı işçi zaten ölüme terk edilecek: İşsizlik. Oyunu başka türlü mü oynamak gerekmekte ? Hatta futbol oyunundaki kuralları sömürgecilerin kurallarıyla değil de sömürülenlerin kurallarıyla oynamaya başlarsak nereye doğru gitmeye başlarız. Hiç bir düşündük mü futbolu başka türlü oynamayı ?