Ali Akay

13 Mayıs 2019

Umut dolu bir dünya için

İnci Eviner tıpkı 18.yüzyılın başında filozof David Hume’un ileri sürmüş olduğu gibi insanın kısmi bir varlık olduğuna gönderme yapmakta sanki

58. Venedik Bienali küratörü Ralph Rugoff’un bu yıl için düşündüğü geniş başlık şuydu: Umarım İlginç Zamanlar Yaşarsınız.  Bienal, içinde yaşadığımız, bizi tehdit eden zamanlar ile alakalı olarak sanatın bu dünyaya nasıl bir katkı sağlayabileceğini sorunsallaştırmakta. 7-8-9-10 Mayıs günleri profesyonel bir açılış yapan Venedik Bienali, bu yıl, Milano Trianeli ile yakın zamanlara denk düşmekte. Bu yüzden bienal iki şehir arasında gezilebilme imkanı için  Mayıs başına alındı. Havaların hala  baharın başlarında gezindiği bu dönemde izleyiciler Bienali gezmeye biraz üşüyerek  başladılar. Havanın kapalı az güneşli ve hatta geceleri çok serin olması insanların enerjisini düşürmedi belki, ama hızını kesti diyebiliriz Giardini bahçesinde yağmurun mevcudiyeti ise, izleyicisini küratör Rugoff’un gerçekleştirdiği Bienal’in ana sergi pavyonuna doğru itti ve insanların kahvelerde daha çok karşılaşma ve tartışma imkanını sağladı.

Uzun kuyruklarından sonra ancak ulaşabilinen Fransız Pavyonunda, Laure Prouvost tam da içinde yaşadığımız zor zamanlara hitap etmekte. Bu eser ekolojik felaket içinde dünyanın sürecini ele alıyor. Her tarafı küreselleşmiş bir  dünyada, buradan oraya gezginlerin diyarını ifade ediyor. Sanatçı, eserin bu gezgin ve göçebe süreç içinde gerçekleştirildiğini hatırlatıyor. Yaşamının belli bir zamanını Çingeneler ile geçiren L. Prouvost, seyahat zamanlarındaki yaşama gönderme yapıyor. Süreç içinde üretme sürecinin etkisini gösteriyor. Yok olan doğa, zor yaşayan insanlık, mevcudiyetten kalkan hayvan ve bitki  türleri bizi sanatın içinde bir uçuruma doğru sürüklemekte. Enstalasyonun içinde yer alan canlı beyaz güvercinler ise hayata destek verirmişçesine yaşamın  canlılığını korumakta. Hala ümit var! Bu bile insanı mutlu etmeye yetecek.  Karanlığın içinden gelen bir imkan sanki ! Sihire ihtiyaç var, belki de ? O nedenle; Prouvost, bir sihirbazın gücüyle, yok olmakta olan türlerin ayakta kalıp kalamayacağını sorgulamakta.  İnsanlığın o karmaşık yapısının yaratıcılığı sayesinde kurtuluş imkanlarına sahip olabilecek bir önermeyi sunmakta bizlere. Bu bir davet: Buyurun gelin! İlginç Zamanları öne sürelim ve içinde yaşadığımız ekolojik kabusu durdurmaya uğraşalım. 

Büyük ödülü alan Litvanya Pavyonunda izleyiciyi büyük bir performans beklemekte ve her seferinde bu tekrar etmekte: Lina Lapelyte, Vaiva Grainyte, Lucia Pietroiusti’nin ortak çalışması olan Sea and Sun (Marina) (Deniz ve Güneş (Marina)). Burada, 1930’ların işçi sınıfının tatile çıkmaya başladığı günler gibi preker bir şekilde yaşamakta olan emekçiler, tatile girmişler sanki ! Kapitalizm tatile mi çıktı? Artık emek sömürüsünden mi bıktı ? Teknolojinin sayesinde robotlaşan dünya emeğe olan ihtiyacı mı terk etti? Emek-sonrası bir kapitalizm nedir? Ve nasıl yaşanır ? İnsan neyle değil, nasıl yaşar? Eğlence ve dinlence dünyası ritüelleri bizim etrafımız sarıp sarmalamış! Hem de, küresel ısınma ile iklim değişikliğine maruz kalmışız. Bir opera gibi kurgulanmış eserde performansı gerçekleştirenlerin hepsi ayrı ayrı ve birlikte şarkı söylemekteler; sözler ise küresel ısınma ve iklim değişimi üzerine. Plastik formun opera ile karışmasının bir ürünü olan bu eser, ortak bir şekilde, dikkatleri üzerine çekmesini bildi. Güzel Sanatlarda bilindik bir form olmayan opera formu plastik sanatın içine girdi. Bu eser aslında 2012 yılında Documenta ile aynı zamanda Avignon Tiyatro Festivali’ndeki bir başka eseri hatırlatmakta. Hem Güzel sanatlar hem de Paris’te Jacques Lecoq ile tiyatro eğitimi almış olan Güney Afrikalı sanatçı William Kentridge’in yaptığı opera ve desenleri arasındaki geçişte ortaya çıkan “Müzakere Zamanları” adlı eser belki de Documanta sırasında (2012) gerçekleşen Opera ve Plastik sanatları karışımının ilklerinden biri ve belki de ilkiydi. Bu desenler Avignon’da  tiyatro dünyasına girmişti. Bu sefer, 2019’da Venedik’te ise, Litvanya Pavyonu durumu ters çevirerek, Plastik sanatlar alanına operayı taşıyordu. Bu yenilik sanat dünyasını şaşırttı. Hem içerik hem de form değişmekteydi.  

     

“Özel Ödüle” layık görülen Giardini’deki Belçika Pavyonu ise ortak bir şekilde ilgi çeken yerlerden biri olarak durmakta. Mekanın ortasında Belçika’ya ait folklorik, gıcırdayan bir mizah dolu, sürrealist insan formlu makinalar, yok olmakta olan zanaatın içinden geçmekteler: Pizza yapan bir pastacı, çanıyla gemi memuru, dokumacı, sallanan sandalyesinde büyük anne, şövalesi ile tuval ressamı vb. hepsi hareket halinde mesleklerini icra etmekteler. Belki de hiç bir zaman tam olarak bitiremeyecekleri işleri yapmaktalar. Merkezin etrafındakiler ise hapsedilmiş parmaklıkların arkasında durmaktalar: İş dünyası insanları, burada, sanki yeni dünyaya sanatı ve hepimizi hapsetmekte; ama, neticede onlar da pek özgür değiller sanki ! Bu eserin sanatçıları Jos de Gruyter ve Harald Thys. Onlar, 1962’de yapılmış bir belgesel filmden etkilenerek  Belçika Pavyonunu oluşturmuşlar: Mondo Cane (Tam tercümesi, Köpek Dünyası). Yani, “köpek gibi ölen bir dünya”.

Acı çekmekte olan, ölümle yüzleşerek, çile çekerek yaşayan bir Antroposen. Bir yanda zanaatlar yok olmakta, diğer yanda ise antropolojik olarak zaten hep ölümle yaşamaktayız. Eskilerin silinmekte ve yeni nesillerin yok olmakta oldukları bir dünyada yaşamaktayız. Her gelen nesil yeniden felaketleri yaşamak zorunda mıdır ? Hiç ders alınmaz mı ? Hayır alınmıyor; çünkü ritüeller gibi yaşanmakta dünya; her seferinde yeniden aynı hatalar tekrarlanmakta! Ölüm ritüelleri antropolojik olarak yaban dünyanın içinden geçmekte. Adetler ve törenler hep tekrar etmekte. Tıpkı zanaatlardaki öğretinin her seferinde tekrarının dünyasını gibi ilginç bu dünyayı yaşamaktayız. Belki de, ne yazık ki, bu böyle devam etmekte. Bu, değişime açık olmaktan uzak mıdır ? Bu soruya da “hayır!” diyebiliriz; çünkü dönüşüm doğamızda var; hiç bir ritüel aynı şekilde gerçekleşemiyor. Nedeni de, her seferinde teknolojik olarak başka bir yere gitmemiz. Zanaatçılar artık robot olarak işlemlerini sürdürmekteler; insanlar ise etrafında hapis olmuş vaziyette beklemekteler, dua etmekteler, yaşamaktalar, çalışmaktalar: Köpek gibi yaşayıp, köpek gibi ölümün içindeyiz. Bazen ritüellerde olduğu gibi gökyüzüne bakarak umut beklemekteyiz. Ama umut havadan gelen şiddetten öteye geçebilecek mi? Soru burada düğümlenmekte.

Paris’te Michel Rein Galerisi’nde sergilerini açan ve ilk kişisel sergisini 1965’te gerçekleştiren sanatçı Jimmie Durham hayat boyu sanatçı ödülüne sahip oldu bu sene. Altın Aslan ödülünü ona verdiler. Kendisi iyi yürüyemediği için destekli bir şekilde Bienali gezmekteydi. Bienal müdürü Paolo Baratta ile küratör Ralphe Rugoff’un önerileriyle verilen bu ödül sanat dünyası için sembolik olarak büyük bir prestij içermekte.

Bienalin içinde yer alan 79 sanatçıdan biri olarak seçilen Halil Altındere, tüm Bienalin ana sergisindeki her sanatçı gibi, hem Giardini’de hem Arsenale’de eserlerini göstermekte. İlk olarak Giardini’nin sonunda parkta sergilenen, sanatçının yeni üretimi var: Arkası inşaat iskelesinden yapılmış, sadece yüzeyde bir cephesi olan bir abide yapıt, bir Pavyon geçek boyutunda yerleştirilmiş. Üzerinde ise “Neverland” (Asla Toprak) yazıyor: “Asla bir daha asla!” bir anlamda sosyal alanın işlediği suçların  bir daha gerçekleşmemesi için bir seslenme. Öyle bir toprak ki, artık içinde kimlikler ve özdeş dünyalar yer almasın ! Ve zaten bu ilişkileri kuran bina ise sadece bir ön cepheden ileri gitmiyor. Sadece bir cephe,  o kadar ! Arsenale’de ise H. Altındere daha önce İstanbul’da ve Paris’te göstermiş olduğu eserine küçük yeni eklemelerle güncelleşmiş  bir kurgu-belge gerçekleştiriyor. Suriyeli astronot Muhammed Ahmed Faris üzerine mültimedya bir eser söz konusu: Uzay Mültecileri.  Eser, Suriye’de Esad rejimine karşı mücadele vererek Türkiye’ye mülteci olarak gelen Ahmad Faris’in kendi topraklarına dönme arzusuna işaret etmekte. Olmazsa da, eğer dönemezse, Ahmad Faris uzayda, tiranlıktan ve şiddetten uzak, imkan ve neşe dolu, özgürlüğün yaşandığı ütopik bir koloni alanı kurmanın gerekliliğinden söz etmekte. Kaçış çizgileri! Altındere her zamanki gibi yarı mizahi yarı gerçek bir bakışla bakıyor dünyaya. En gerçek dışı, gerçek olarak işliyor sanki!

Türkiye Pavyonunda, İnci Eviner’in eseri var.  Sanatçının eseri bütün mekanı  kaplayan  inişli çıkışlı uzun yapısı bir kapanma ve kapatılma alanına benzemekte. Mekanda yanlarda izleyiciler için yer bırakılmış. Ortada  strüktür durmakta. Strüktürün etrafında ve içinde dönerek videolar, desenler ve yerleştirmeler izlenebiliyor. Burada mültecilik dünyasında, en büyük dışlananlar olarak, yarım kalmış dünyanın içinden geçmekteyiz. Yarım pisuarlar, yarım demir iskemleler : Aklımızın yarısı ülkede yarısı dışarıda. Eğer yaşam şartları elverişsiz hale gelmiş ise, o zaman yeni  özgürlük alanları arayışı doğacaktır. Yaşadığımız şartlarda hakikatin sadece yarısını bilmekteysek eğer, o zaman insan olarak kısmi kişileriz. Hakikat ve insan ilişkisi yarım kalmış ilişkilerden oluşmakta. Hannah Arendt’in 1943’te Amerika’ya gittiğinde hissettiği buydu: “Biz mülteciler”. Mülteci olarak adlandırılmak istemiyoruz ! Yeni gelenler veya göçmenler olarak adlandırılmak istiyoruz! Kötümserliğimizi nasıl iyimserliğe döndürebileceğiz ? İ. Eviner’in eseri, yerleştirme, video, desen, performans gibi yan yana duran parçalardan oluşuyor. Videoda bir kaplan demir parmaklıkların arkasına doğru yol alıyor; biri, mahkum tasarımlı kıyafetiyle ters taklalar atıyor. Biri, postu bırakmış altında yatmış kalmış vaziyette duruyor. Biri, koyun postunu kısmi bedeninin içine almış yan yatıyor. Gerçek sanki bir doxa’dan ibaret.; kamuoyu haklı mı yoksa haksız mı ? Demokrasi oyunu! İ. Eviner tıpkı  18.yüzyılın başında filozof David Hume’un ileri sürmüş olduğu gibi insanın kısmi bir varlık olduğuna gönderme yapmakta sanki.

Her büyük sergide olduğu gibi eserlerin performatifliği ile izleyicinin sportif performansı karşı karşıya bir ilişki içindeler. Uzun mesafeler kat ediliyor Venedik Bienali’nde. Bienali gezmek için; 2012 yılında yapılan Documenta13’de sanatçı Tacita Dean’ın “Yorgunluk” adlı merdivenlerden yapılı bir strüktürün ifade ettiği gibi, ine çıka fiziki kuvvet ve direnç gerekiyor. Bütün eserlerin verdiği armağana her zaman  karşı-armağan verilemeyen eşitsiz bir ilişki içinde geziliyor. Ve, eserlerin arasından geçen izleyici tüm duyu organlarını açıyor: İyi anlamak için eserleri. Ve düşünüyorlar : İlginç Zamanlar mı yaşamaktayız acaba ? Kim bilir, belki de, açılım oralara doğru  gitmektedir? Ama süreç içinde ilerlerken bunun ne kadar farkındayız ve bu sürecin içinde ne kadar gidişata-karşı durmakta katkı verebileceğiz ? Zaman her şeyi açıklayacak bir gün; kısmi de olsa, hakikati !

Hannah Arendt ile bitirmek için: “İnsanlar kendi bireysel yaşamlarına geri döndüklerinde ve görünüşte bireysel problemlerle karşılaştıklarında, tekrardan umutsuzluğun yanı başındaki bu çılgın iyimserliğe dönüyorlardı”.