Benim gibi 1950’li yılların ikinci yarısında doğanlar için düşünüyorum. Çocukluğumuzun hayal dünyasında yaşamış bir aktörün ölümünü bugün öğreniyorum. Benim için, önce çizgi romanla okumaya başladığım bir macera insanı, bir kurgu kişilik: James Bond. Daha sonra ise filmleri keşfediyorum. Kadıköy tarafındaki sinemalarda, hatta yazlık sinemalarda filmlerini gördüğümüz James Bond filmlerinin ilk karakteri olan Sean Connery 1960’lı yılların erkek oyuncusu olarak hatıralarımızda kaldı.
Bugünkü nesiller için belki de çok şey ifade etmeyecek olan bu karakter, dünyadaki kötülüklerle mücadele eden, Britanya Kraliçesinin hizmetinde olan bir kahraman ajandı. O tarihlerde ve ben o yaştayken gerçek hayatta “soğuk savaş” nedeniyle ajanların bol olmasından mı kaynaklanmaktadır ki “ajan filmleri” furyası vardı. Sert tatlı bir ajan olarak James Bond’un çekiciliğine ve cazibesine kapılmayan kız yoktu (“Ben, Bond, James Bond” diyordu). Her bir filmde film dünyası bir “James Bond kızı” ortaya çıkarmaktaydı.
O yılların teknolojisinde var olmayan şeyleri görmekteydik. Arabalar teknolojik donanımlıydı; kalemler silah gibiydi. Saatlerden ince çelik kablolar çıkmaktaydı ve bunlarla bir James Bond’un bir filminin başlangıcında, o boğulmaya çalışılıyordu; ama her zaman olduğu gibi o kurtuluyordu. Yahut birdenbire, bir düğmeye basıldığında arabasının koltuğundaki kişi havaya fırlatılıyordu. Bugün bizim için sıradan olan uydularla iletişim o filmlerde ancak bir kurguda kendisinin gerçek olduğunu gösterebiliyordu. Veya Aston Martin DB5 marka bir arabayı Goldfinger (Altın parmak) filminde (1964) görebiliyorduk. Akılı saatler yine bu filmlerde bir ayrıntı olarak görülmekteydi. Bugün parasını ödeyebilen herkesin bileğinde bunlar artık. Hatta Bond alyansıyla fotoğraf çektiğinde bizi şaşırtmaktaydı o gün, ama bugünkü nesillerin akıllı telefonlarıyla birbirlerine fotoğraf yollaması artık gündelik hayatın bir parçası konumunda duruyor. Gündelik mi yani?
Nedense filmleri hep görmüş olduğum sinema salonlarından hatırlamaktayım. “Bellek yerleri” insanın hafızasını daha mı açmaktadır? En azından W.B. Yeats’in kitabı böyle öğretiyor bizlere. Yerler insan hatırlama kabiliyetini beselemekte. O yüzden midir ki günümüzde, ekranlardan geçen her imaj kayıp gidiyor belleğimizden? İmajların kaymasıyla her şey gözümüzün önünden geçiyor ve yok oluyor. Hatıra diye bir şey kalmaz oluyor. Bellek ile kurulan ilişki de kayıplar arasında sayılmaktan öteye gidemiyor.
Toroman yazlık sinemasında (kışları kömür deposuydu) görmüştüm bu filmi ve aynı sinemada unutamadığım “Walt Disney’in “Uyuyan Prenses” filmi aklımda kalıyor. İki çocuk filmi gibi ikisi de. O bakımdan Bond filmleri hoş ve sert olmayan bir eğlence taşımakta ve bu nedenden dolayı da bugünkü şiddet dolu filmlere pek benzemiyor. Tekrar ediyorum: James Bond filmlerinin ilk kahramanının 31 Ekim 2020 tarihinde öldüğünü okuyorum bugün!
Aslında, yukarıda hatırlatmak istediğim gibi 1960’lı yılların nesline hitap eden bir kahraman vardı kendisinin canlandırdığı karakterde. Ve bilhassa erkekler onunla özdeşleşmekteydiler. Ama James Bond kızları gibi olmak isteyecek de bir o kadar da, o dönemin Pop dünyasının kızı yok değildi. Kızlar ise dünyanın her yerindendi. Daha feminist hareket tam olarak toplumsallaşmış değildi, her ne kadar Simone de Beauvoir’ın kitapları dünyayı kat etmekte olsa bile, daha pop dünyasına değil entelektüel dünyaya hitap etmekteydi. Her ne kadar çekici de olsa James Bond, biraz da, elbette maçoydu. Ama şiddetli haydutlardan değildi, cazibesini kullanan bir hareket tarzı ondan bir “ada centilmeni” ortaya çıkarmaktaydı.
Teknoloji, akıl ve çekicilik içinde geçen filmlerde kötü adamlar dünyayı ele geçirmek istemektelerdi; muhtemelen o dönemlerin karakterleri de Batı dünyasının “kötü” olarak adlandırdığı coğrafyalardan ve siyasi rejimlerden gelenlerdi. Daha sonra, 1990'lı yıllarda da duyduk bu kavramı ABD’deki Cumhuriyetçi başkanlarından. “Kötülük ekseni” denilmekteydi bu tip devletlere de “haydut devlet” adı verilmişti. Halbuki hem Chomsky hem de Derrida bu kavramı terse döndürüp karşıya doğru paslamaktaydı aynı zamanlarda.
İlk filmleri oynayan Sean Connery James Bond filmlerinin “kült aktörü” oldu. Bugün sosyolojik olarak bakıldığında, onun hayranları yeni James Bond’u kendilerine uzak görmekteler. Ayrıca uzmanlar yeni James Bond ile Sean Connery’i karşılaştırdıklarında, ilkinin James Bond filmdeki ajan karakterini canlandırmaktan başka bir şey yapmadığını halbuki yenisinin ajan Bond karakterine nazaran kendisinin filmlerde daha baskın çıktığı yorumunda bulunmaktalar.
1930 doğumlu olduğuna göre, o yıllarda 30lu yaşlarındaydı Sean Connery. Birçok ödül almış bir hayatı var. Amerika’dan, Fransa’dan gelen ödüller aktörü sadece James Bond filmleriyle değil, ama diğer filmleriyle kıyaslamış olsalar bile “dedektif/ajan” rolü ona yapışmıştı. Aslında, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanından Jean-jacques Annaud’nun uyarlayarak çektiği filmde, film yapımcısı Sean Connery’den, Baskerwille’li rahip Wilhelm karakterinden yeni bir dedektif kahraman ortaya koymaktan kendisini alıkoyamıyordu.
Bugün artık eskide kalan bir hatıra olarak Sean Connery’nin oynadığı filmler (bilhassa James Bond rolü) sanırım yeni nesillere de nezaket, centilmenlik ve medeniyet göstergeleri vermekten geri kalmayacak. Yoksa öyle değil mi? Yanılıyor muyum?